Bir insan yazın eline soğutmak için üfürür, kışın elini ısıtmak için. Burada üfüren aynı, üfürük aynı, el aynı olmasına rağmen, birinde soğuturken diğerinde ısıtmaktadır. Fark sadece zaman ve mekândadır.
Yine aynı kişi dudaklarını büküp uzatarak eline üflediğinde soğuk, dudaklarını geniş tutarak eline üflediğinde sıcak olmaktadır. Yani sıcak ve soğuk üfürmektedir. Burada mekân aynı, zaman aynı, üfüren aynı, üfürülün el aynı ve üfürük aynı olmasına rağmen, sadece fark üfürme tarzındadır. Bir üfürük böyle nasıl değişmektedir? diye şaşmamak lazım.
Demek zaman, mekân ve tarza göre insanın faaliyetleri değişebilmektedir. Kişi aynı olmasına rağmen, her zaman değişik davranışlar sergile(ye/ne)bilir. Çünkü durumu, duruşu, bakışı, içinde bulunduğu ortam ve o günkü psikolojik yapısı, aynı yer, aynı kişi olmasına rağmen davranışı aynı olmayabilir.
Bu nedenle bir kişinin davranışı ve şahsiyeti hakkında; bir görüş ve bir bakışla değerlendirip karar vermek, doğru ve de yeterli değildir. Zira kişinin zamana, mekâna, olay ve olguya göre takındığı tarzın araka planı bilinmediği için, yapılan ön yargı ve değerlendirme de yanılma payı yüzde yüze yakın olabilmektedir. Mesela kişi aynı olabilir, ama kişilik mekâna göre değişir ve de gerektiğinde değişmelidir de.
Üstad Bediüzzaman şöyle izah etmektedir:
“Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Meselâ, her ziyaretçi için tevazu göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hâkezâ…
Demek bir insanın, vazifesi itibarıyla bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî şahsiyetiyle çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi o vazifeye hakikî lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer bir müşir makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdi, küçük hasletleri, makamın iktiza ettiği âli, yüksek ahlâkla kabil-i telif olamıyor.” (Mektubat)
Elbetteki tevâzu bir fazilettir. Tevâzu alçak gönüllü olmak demektir. Tevâzuda aşırıya gitmek insanı zillete, aşağılığa sürükler. Tevâzu’dan uzaklaşmak ise insanı kibirli olmaya, benliğimizin bu kötü huy tarafından sarılmasına sebep olur. Demek bir Müslüman‘ın davranışında itidâl (orta yol) ve fazilet güzel huyların, ifrat ve tefrit (vasatın çok ilerisine gitmek veya çok altında kalmak, yani her iki aşırı uç) ise rezilet ve kötü huyların çıkmasına sebeptir. Tevazu, beğenilen bir özelliktir.
Ancak, sınırı çok iyi ayarlanmalıdır. Kişinin şahsiyetini ortadan kaldıran hafifmeşreplik tevazu değildir. İnsan, büyüklük taslamamakla birlikte, zamanın ve yerin gerektirdiği davranışı göstermelidir. İslâm tevazu ve vakar sahibi olmayı teşvik etmekle beraber, bu hususta aşırı gitmeyi de yasaklamıştır. Çünkü tevazuda aşırı gitmek insanı zillet ve meskenete düşürür, herkesin maskarası haline getirir ki; bu da doğru bir şey değildir.
Hz. Lokman oğluna şöyle tavsiye etmişti:
“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.” (Lokmân, 31/18).
Peygamber (sav) de:
“Allah için alçak gönüllülük edeni Allah yükseltir, Allah’a karşı böbürleneni de Allah alçaltır” (Feyzü’l-Kadîr, VI, 108-109) demiştir. Demek tevazu ve vakar sahibi olmak dinin emridir ve insan haysiyetine yakışan da budur.
Mesela, bir şahıs, cevv-i semanın ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki: Bu dehşet-engiz tahavvülât içinde kahhârâne fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri vardır ve görünür. Aynen öylede bir insanda; abusülvecih, abus ve kamtarîr olabilir. Yani suratı asık, yüzü ekşi, çatık çehreli, asık yüzlü, somurtkan ve şiddetli, sert görünüşlü olabilir. Ama merhametli, şefkatli, alçak gönüllü ve güler yüzlü olabileceğini de unutmamak gerekir.
Bir insan duyu organları aracılığı ile çevresinden ve muhatabından gelen uyarılardan haberdar olduğundan, onlara karşı gereken davranışlarda bulunur. Bazen davranışların nedenini bulmak ve anlamak kolay olmaz. Çünkü bir insan hem içten ve hem de dıştan gelen uyarıcıların karmaşık etkileriyle harekete geçmiş olabilir.
Mesela, sınavda başını kaşıyan biri; gerçekten buna ihtiyacı olduğundan mı, sınavdan sıkıldığından mı, yoksa her iki sebepten dolayı mı? Bu davranışta bulunduğunu o kişiye sormadan anlamak zordur. Gördüğümüzle anlayış ve tahminimize göre değerlendirmek ön yargılı hüküm olur. Hem de yargısız infaz etmiş oluruz ki, el insaf!..
adarselim@gmail.com