Her asırda geçerli olan maddî ve manevî hastalıklar vardır. Maddî hastalıklar, yani bedeni olanları sadece bu fani dünyaya bakarken, manevî hastalıklar, yani ruhî hastalıklar hem dünya hem de ahirete bakar.
Bedeni hastalıklar vücud organlarında görünürken, bedene hayat veren ruhi hastalıklar ise, hem ruhi hem de bedeni hastalıklar olarak beşeri etkiler. Hele dinî ve itikadi olanları ise ebedi hayatı mahv eder. Bedeni hastalıklar insan ölünce biter, ama manavî hastalıklar öldükten sonrada devam eder. Bedeni hastalıklar sevap ve rahmete dönüşürken, manevî hastalıkların cezası devam eder.
Maddî hastalıklar; insanlara hayatın kıymetini ve sıhhatin önemini bildirerek, insanı teyakkuz üzere Allah’ın emirlerine uymaya yönlendirir ve ahiret için sevap kazandırır.
Manevî hastalıklar ise; dinde ve itikadda olan hastalıklardır ki, asıl hastalık budur. Çünkü insanın ebedî hayatını mahveder, cehenneme layık hale sokar.
İşte her asırda geçerli ve insanlık tarihi kadar eski olan üç önemli manevi hastalık; “vehim, vesvese ve şüphe”dir. Bu üç önemli hastalık; her asırda insanların akıl, kalb ve ruh sağlığını bozarak, hatta bedeni arızalar dahi meydana getirerek; dünya ile ahiret hayatına yönelik olan ciddi sorunlardır. (Geniş bilgi için bkz. Son Asrın Üç Önemli Hastalığı)
OKU!.. SON ASRIN ÜÇ ÖNEMLİ HASTALIĞI
Bu dünyada imtihana tabi olan insan için vehim, vesvese ve şüphe insanın yücelme ve yükselebilmesini sağlar. Ayrıca insanın maddî ve manevî hayatını muhafaza etmesi için hayal, kalb, vicdan, akıl ve irade karşısına bu üç önemli hastalık konulmuş. Ta ki kazanan ve kaybedenler tefrik edilsin. Söz konusu olan bu üç hastalık hayatın devamı ve muhafazası için büyük öneme sahiptirler. Vehim gerçeği araştırmaya, hakikati bulmaya, vesvese insanı teyakkuza ve manevi yükselmeye, şüphe de temkinli olmaya ve korunmaya sevk eder.
“Vehim, vesvese ve şüphe” özde aynı detayda birbirinden farklı terimlerdir.
Vehim, olmayan bir şeyi var ve olur zannıyla merak konusu olan belirsiz fikir ve düşünce ile manasız korku ve kuruntuya dönüştürme ve düşürme halidir. “Vesvese”de; istemdışı şeytanın telkini ile insanın kalb ve zihnine gelen bir takım şüphe, kuruntu ve vehimlerden ibarettir. Yani vesvese; gizli ses (fısıltı), kalpte meydana gelen, ancak gerçekle hiçbir alakası bulunmayan şüphe, tereddüt, nefis ve şeytanın meydana getirdiği iç karışıklığı ve zihin bulanıklığıdır.
Vehim ile vesvesenin gerçekte iman ve takvaya bir tesiri veya zararı yoktur. Bunların zihinde, hayalde, hatta tefekkürden geçmesi, yani düşünülüp tasavvur edilmesi bir hüküm ifade etmez. Ancak insan bu gibi düşünce ve vehimleri, kalb ile tasdik ederek gönül rahatlığı ile savunur bir vaziyete gelirse, o zaman o vehim ve vesvese bir inanç ya da şüphe olmuş olur ve insan o zaman mesul olur. Bunun dışında hiçbir surette akıldan ve hayalden geçen vehim ve vesvese insanı mesul ve sorumlu etmez.
Şeytan insanı saptırmak için onun kalbine bir takım kötü şeyler getirir; onu yanlış yola sevk etmek, şüpheye düşürmek ve iman dairesinden çıkarmak ister. Bunu başaramasa da kişinin peşini bırakmaz ve onu vesveseleriyle sürekli huzursuz eder. Vehim hayalin ürünü iken, şüphe kalbin inanç konusunda bir tereddüde düşme hali, vesvese de; kalb ve zihne istem dışı gelen hükümsüz şeytani tuzaklardır.
Vesvese bir bakıma şüpheye benzer ama şüphe biraz farklıdır. Şüphe; iman ile inkâr arasında, kabul ile reddetme hususunda tam ortada kalmaktır. Her iki durumdan ve duygulardan birine az da olsa meyledip ortadan biraz diğer duyguya yönelme ise “zann”dır. Her iki duygudan birini terk ederek tamamen bir duyguya yönelme de “zann-ı galip”tir. Aslında vesvese ile şüphe zandan ibarettir.
Zann; sanmak, sezmek ve itham etmek anlamına geldiği gibi, bilmek ve itaat etmek anlamına da gelir. Bu itibarla zannın bazısı günah sayılmıştır. Ayette:
“Ey mü’minler!. Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bazısı günahtır.” (Hucûrât, 49/12) diye bildirilir.
Zann, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan / iftirâ ve bundan dolayı bir vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsani işler olduğu zaman hata daha da büyük olur.
Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan olduğunu düşünebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir. Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar. Çünkü zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan İlâhî hususlarda ve peygamberlik konusunda zann haram olduğu gibi Allah’a ve iyi kimselere karşı kötü zann da haramdır.
Zann da ikiye ayrılır:
1- Hüsn-ü zann: Bir kimsenin veya bir hâdisenin iyiliği hakkındaki vicdani ve iyi kanaat ile güzel fikirde bulunup, iyi olacağını düşünmektir.
2- Su-i zann ise: Hüsn-ü zannın aksine kötü ve iyi olmayan düşüncelerdir.
Şöyle örnek verebiliriz:
Mesela % 1 ihtimali olan şeye vehim,
% 2’den % 50’ye kadar ihtimali olan şeye şüphe,
% 50’den sonraki ihtimallere de zann denilir.
% 90 ihtimalin üstündeki zanna da zann-ı galip,
% 100 ihtimale ise ilim denildiğini alan uzmanları söylüyorlar.
Vehim hayalde, vesvese kalbte, şüphe ise akılda makes bulur. Bunların üçü de temyiz mahlli olan “vicdan” ile değerlendirilip tasnif edilerek “irade” tercihine sevk edilir. İradenin insandaki durumuna, yani bilgisi, ilmi, görgüsü, kültürü ile iradenin kuvvet ve zaafiyetine göre neticelenir.
Her üç hastalığı kontrol etmek ise akıl ister, bilgi ister, bilinç ister. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim, hadis-i şeriflere vukufiyet ile İslam âlimlerine kulak vermek çok önemlidir. Zira vehim, vesvese ve şüpheyi cehalet davet eder, ilim onları tardeder.
Dinî literatürde şüphe kavramıyla yakın ilişkisi olan ve şüphenin sebebini veya farklı düzeylerdeki türlerini ifade eden şek, zann, vehim gibi başka kavramların da kullanıldığı görülür. Sözlükte “mutlak tereddüt” anlamına gelen şek usul bilginlerine göre bir şeyin olup olmadığı hususunda aklın tereddüt gösterip iki taraftan birini diğerine tercih edememesi durumunu anlatır. İki taraftan biri tercih edilmekle birlikte diğer taraf tamamen terkedilmezse, tercih edilen tarafa zan, zayıf tarafa vehim adı verilir. Zihin zayıf tarafı terkederse tercih edilen taraf “zann-ı gālib” adını alır. Fakihler şekke, galip seviyesine ulaşmayan zannı da içine alacak biçimde bir şeyin varlığı ve yokluğu arasında mutlak tereddüt anlamını yüklerler. Fıkıh usulünde hüccetlerin zannî-kat‘î şeklinde ayrılması da bunların şeklen veya mânen şüphe taşıyıp taşımadığına göredir.
Şek, zann ve vehim kavramları belirli düzeylerde şüphe ifade etmekle birlikte bilginin doğruluk derecesini belirten bu kavramlarla şüphe arasında sebep-sonuç ilişkisi mevcut olup kesinliğe yaklaştıkça şüphe azalmakta, kesinlikten uzaklaştıkça şüphe artmaktadır. Fıkıh eserlerinde şek kelimesi bazan “mutlak şüphe” anlamında kullanılır; ancak bu durumda daha ziyade yanılma ve karıştırmaya dayalı şüpheler söz konusudur. İştibâh, iltibâs ve ihtilât da benzer bir kullanıma sahiptir ve “iştibâh şüphesi” tabiri şüphenin özel bir türüne işaret etmektedir. Reyb kökünden türeyen kelimeler şekke yakın biçimde “kalbe huzursuzluk ve kuşku veren şüphe” mânasında kullanılmakla birlikte bu kök şekten farklı olarak “korku, endişe, su-i zann ve töhmet” anlamını da içerir. (DİA)
Şek; tereddüt, şüphedir. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tercih edememe, tereddüt gösterme hâlidir. Konuşulan sesleri duyup anlamlarını ayırt edememe gibi. “Duyduğum ses; ilâhi mi, ağıt mı, şarkımı seçemedim” denilen durumdaki vehîmdir.
Risale-i Nur eserlerinde konu şöyle izah edilir:
Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de, tedai-yi efkâr saikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın içine girse; zarar vermez.
En ehemmiyetlisi de, mesail-i imaniyede şübhe suretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli adam, bazan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani: Hayale gelen bir şübheyi, akla girmiş bir şübhe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm ettiği bir şübheyi, imana zarar veren bir şek zanneder. Hem bazan tasavvur ettiği bir şübheyi, tasdik-ı aklîye girmiş bir şübhe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani dalaletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelanını ve tedkikatını ve bîtarafane muhakemesini, hilaf-ı iman zanneder. İşte telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş” der. O haller, galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz’-i ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden ye’se düşer.
Bu yaranın merhemi şudur ki:
Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalalet dalalet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalalet dahi, dalalet değildir. Çünki hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-ı aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar.
Eğer denilse ki: Bu derece mü’minlere muzır ve müz’ic olan vesvese, ne hikmete binaen bize bela olmuş?”
Elcevab: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebebdir, taharriye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaydlığı atar, tehavünü def’eder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîm’e şekva etmeli, “Eûzü billahi mineşşeytanirracim” demeli. (Nursî, Sözler, Mektubat)
Birçok ruhsal hastalıklar insanın, vesvesesinin kontrolüne girmesi sonucu ortaya çıktığını gösterir. Her asırda insanlığın en önemli sorunlarından biri vesvesedir. Gerçi vesvese, her devirde insanların başına bela olmuş, toplum içinde pek çok insanın aklî ve ruhî sağlığını bozarak onu normal hayatın dışına atmış ciddi bir sorundur.
Hâsılı vesvese, kalbin değil, aklın bir hastalığıdır. Şeytan iman dolu bir kalbi bozmaya çalışır. Bunun için de yaptığı amellerle veya inancıyla ilgili olarak zihnine, hayallerine bulaşır ve insanı önce amelinden, sonra imanından etmeye çalışır.
Vesvesenin zihinde akılda gerçekleşen bir olay olduğunu, imanın mahallinin de zihin olmadığını bilmek çok önemlidir. İslam âlimleri iman etme yeri ile düşünme yerinin farklı olduğunu çok güzel bir şekilde ortaya koymuşlar. “Düşünme yeri zihin, inanma yeri kalptir” demişler. Kalbin imanı, zihinden geçen düşüncelerle bozulmaz. Çünkü iman dil ile ikrar kalp ile tasdiktir.
OKU!.. VESVESE-İ ŞEYTAN
Bir bürhana bakıldığı zaman za’fiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki bürhanlardan süzülen kuvvet ile ortada za’fiyet kalmaz, vehimler de dağılır. Bir misal verecek olursak; iki şahsın meseline benzer ki:
Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin (kaynağın) başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi su arkına rast gelse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüd etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler.
Aşağıya giden öteki şahıs ise su arklarına bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır. Yahud o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misaline benzer ki; birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, âyinenin renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.
Hülâsa: Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilâtına, üslûblarına; inayet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber Allah’ın canibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nur-u imanla olur. Bu itibarla vehimler olsa bile, ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa, zaîf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cudi Dağı’nı gözün rü’yetinden men’eden sineğin kanadı gibi; zaîf, küçük bir vehim de, hakikatı onun gözünün görmesinden setreder.
Vehmî hastalık kısmı ise; onun en müessir ilâcı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır. Nasılki arılara iliştikçe, insanın başına üşüşürler, aldırmazsan dağılır, giderler. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür. Hattâ bazan onu divane gibi kaçırır; ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telaşına güler.
Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikata inkılab eder. Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır. Habbeyi kubbe yapar; kuvve-i maneviyesi kırılır. Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahud insafsız doktorlara rastgelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhatı gider. (Nursî, İşarat-ül İ’caz, Lem’alar)
Vehmin gözü perdelidir; hakikati göremez. Vehim nedeniyle akıllı insan bile delirir gider. Zihni olduğu için akılla hareket etmez. Örneğin bir ölü ile gece baş başa kalan veya bir mezarlık yanından geçen kimseyi korkutan akıl değil; gerçek dışı olarak zihinde ortaya çıkan vehimlerdir.
Vehim ile vesvese şepheyi körükler. Şüphe de şek’e dönüşür ve şirke düşülür. Sürekli hale gelen vesvese, vehim ve şüphe manevî birer hastalıktır. Bunlar da kişinin durumuna göre şekil alır. Yani büyük görülürse büyür, küçük görülürse küçülür ve kaybolur. Ona ehemmiyet verdikçe balon gibi şişer, üzerine düştükçe de dal budak salar, stres, sıkıntı, zorluk, hayattan usanma ve zevk alma duygularının körelmesi vb. gibi çeşitli hastalıklar meydana getirir.
Bize düşen vazife her üç hastalığa karşı, kararlı, emin ve azimli olmak, bunlara karşı ilim, akıl ve irade silahıyla mücadeleyi elden bırakmamaktır.
Vehim, genelde endişe, korku, ümitsizlik ve karamsarlıktır.
Evde yanlız kalamama, karanlıkta azda olsa duramama, ipi yılan zannetme, gece eşyaları içerde veya dışarda farklı varlıklara benzetme, hiç ses olmadığı halde bazı sesler duyuyor olmak, yakınlarının başına birşey geleceği telaşına düşmek, hastaysa hiç iyileşmiyeceğini düşünmek, sanki bütün dert ve musibetlerin kendisine geldiğini sanmak, herhangi bir azasında ağrı oladığı halde ağrı varmışçasına kendini hasta hissetmek vs. vs. gibi.
Vesvese hemen her insanda var olup, şekilleri farklıdır.
Şeytan namazı kıldırmak istemez. Namaz kılana da “Madem namaz kılıyorsun, güzel abdest al, doğru namaz kıl, kuru yer kalmasın, iyi yıka, namazın olmadı, yeni baştan kıl!” gibi vesveseler verip sıkıntıya sokar.
Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Her ibadette olduğu gibi; abdest’e vesvese sokmak için abdestin de bir şeytanı vardır ona velehan denilir. Evham ve vesveseye kaptırıp suyu fazla kullandırmasından dolayı onun vesvesesinden sakınıp uzak durun.” ( Tirmizi, Taharet, 43; İbni Mâce, Taharet, 48)
Vesvese, daha çok iman mevzuunda terakki eden mü’minlerde olur.
Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında: Şeytan; Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında düşünülmesi ve söylenilmesi iyi olmayan “Allah’ı kim yarattı? Allah her yerde olabilir mi?, Allah her şeyle ilgilenir mi?, Allah herşeyi görür ve bilir mi?” vb. gibi bir çok düşünceleri, insanın gönlüne ilka eder.
Sahabilerden Resûl-i Ekrem (sav)’e gelerek;
– “Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor ki, normalde bunu söylemenin günah ve küfür olacağına inanıyoruz” diye sıkıntılarını bildirdiler. Allah Resûlü;
– “Gerçekten de bunları duyuyor musunuz?” diye onlara sordu. Onlar;
– “Evet” deyince de Efendimiz;
– “İşte bu, imanın kuvvetindendir / o mahzı imandır” (Müslim, İmân, 209, 211; Ebû Dâvûd, Edeb, 108-109) buyurdular.
Namaza yeni başlayanlarda daha çok olmakla birlikte, bazı mü’minlerde görülen bir hastalıkta; namazda iken mühtehcen düşünce ve hayalde ki mühtehcen resimler görür gibi olmak.
Şüphe çeşitli şekillerde olur.
Temizlik: Defalarca el yıkamak, banyo yapmak veya tekrar tekrar ev temizlemek.
Abdestten hatta namazdan sonra;
“Abdesti doğru aldım mı?”
“Acaba başımı mesh ettim mi?”
“Abdestim var mı?”
“Elbisem temiz miydi?”
“İftitah tekbirini almış mıydım?”
“Namazı eksik mi kıldım, yoksa tam mı kıldım?”
gibi şüpheler vaki olan kimse, yeniden abdest almaz, elbisesini yıkamaz, namazını iade etmez.
Kontrol etmek: Evine bir şey olacak veya yangın çıkacak korkusu ile kapıyı veya tüpün kapalı olup olmadığını tekrar tekrar kontrol etmek.
“Kapıyı kilitledim mi?”
“Ocağı kapattım mı?”
“Işıkları söndürdüm mü?” vs vs gibi.
Biriktirme: İşe yaramayan birçok eşyayı biriktirmek. Örneğin bazı kişilerde yeterli yeri olmadığı halde gazeteler, boş kavanozlar gibi işe yaramayan şeyleri atamama davranışı görülebilir. Son yıllarda basına yansıyan “çöplük evler” buna en güzel örnek olarak verilebilir.
Şüpheci saldırganlık: “Kıskançlık paranoyası” karısını aşırı kıskanmak şeklinde ortaya çıkabilir. Önce vehimle başlar, vesveseye dönüşür, sonra şüphe edilir. Karısının hal ve hareketleri ile sözlerini yanlış yorumlayarak genellikle hanımını öldürmekle sonuçlanır.
Vesvese bir evham ve kuruntudur. Evham vehimler demektir. Vehim de isteğimiz dışında kalbe ve zihnimize ilişen, şüphe ve tereddüte sebep olan bâtıl düşünce, sebepsiz kuruntulardır. Aynı zamanda yersiz bir korku, yanlış bir kanaat; gerçekte varlığı olmadığı halde varlığına inanılan şeylerden ibarettir.
Vesvese insanın şüphelerini arttırır. Tereddütlerini çoğaltır. İnsanın zihni durur, muhakeme gücü zayıflar. Vehim’in ileri derecedeki boyutuna yakalanan insanlarda artık akli denge yok olmuş demektir.
Sağlam kaynaklı bilgi hazinelerine sahip bir Müslüman’ın vehim hastalığına yakalanması kolay değildir. Mü’minin bu hastalığa yakalansa dahi, bu hastalıktan kurtulması mümkündür. Dinî eğitim ve öğretim yoluyla yapılan cihat sayesinde vehim de ortadan kaldırılacaktır.
Acaba bütün bunlar sizce:
Temizlik mi? Titizlik mi?
Vesvese mi? Takıntı mı?
Şüphe mi? Acaba tedbir mi?
Yoksa bazıları da vehim mi?
Karar sizin!.. Teşhisi sizler yapınız!..
adarselim@gmail.com
(S. Adar, “Hastalık Dert mi? Derman mı?” eserimden)
İLGİLİ YAZILAR
VEHİM, VESVESE, ŞÜPHE