Soru: “Risale-i Nur’un erkân-ı imaniye hakkında bu derece kesretli tahşidatı ne içindir?
Bir âmî mü’minin imanı büyük bir velinin imanı gibidir, diye eski hocalar bize ders vermişler?”
Cevap: Müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbanî beyanı ve hükmü ki: “Bütün tarikatların müntehası ve en büyük maksatları, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Ve bir mes’ele-i imaniyenin katiyyetle vuzuhu, bin kerametlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir.”
Hem Risale-i Nur parçaları iman-ı tahkikî ve taklidî ve icmalî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata ve vesveseler ve şübhelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eder.
İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil. Bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatları var ki, bin bir Esma-i İlahiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var:
“Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.
İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir; kökü esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, İman-ı Billah’tır; Allah’a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşir’dir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.
İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. TAKLİDÎ BİR İMAN, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. TAHKİKÎ İMAN ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslamiyet’i dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şüpheye düşürtemez. (Sözler, 749)
Evet İMAN-I TAKLİDÎ, çabuk şübhelere mağlub olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan İMAN-I TAHKİKÎDE pek çok meratib var.
-
O meratiblerden İLMELYAKÎN mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şübhelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şübheye karşı bazan mağlub olur.
-
Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de AYNELYAKÎN derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki Esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.
-
Hem bir mertebesi de HAKKALYAKÎNdir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. (Emirdağ Lahikası-1, 103-104)
Bir misal verelim konu biraz daha açıklığa kavuşsun. Ananas veya ceviz-i hindi bu iki tropikal meyvenin yirmi beş yıl öncesinde sadece adını duyardık. Yani ilmen bilirdik. Şimdi marketlerde aynını görüyoruz, yani aynelyakin, bu meyveleri yediğimizde de hakkalyakin oluyor.
Şimdi ilmen bildiğimiz için binler şüpheye dayanır. Ancak dessas, insi şeytan veya inançsız birileri çok araştırdık hatta gezdik dolaştık böyle meyveler yok diyerek vesvese verebilir, acaba dedirebilirler. Fakat herhangi bir yerde aynını kendi gözüyle gördüğü için kimse yok diyemez dese bile o kişiyi inandıramaz. Çünkü kendi gözleriyle görmüş. Ama tadı nasıl? Acı mı, ekşi mi, tatlı mı? vb. soru ve şüphe verebilirler. Ancak o meyveleri alıp yiyen, tadını ve lezzetini bilen birilerine şüpheler ordusu da hücum etse bir halt edemezler. Asla ve asla şüpheye düşüremezler.
YAKÎN kesin bilgi, şüphe edilmez bürhan ve şüphesiz, sağlam ve kat’i olarak bilmek demektir. Bu örneğimiz konunun anlaşılması içindir. Hem de varlığı için değil, sıfatları, yani özellikleri noktasında şüpheler arız olabilir. Olması da mümkündür.
İnsan taklid-i imandan, tahkik-i imana geçtiği vakit, şüpheler etki etmiyor, etki etse bile fazla zarar vermiyor. Hele -ilmelyakin, aynelyakin ve hakkalyakin- bu üç mertebenin zirvelerine çıkınca varın durumu siz mukayese edin.
Şu ayet-i kerimeye dikkat edelim:
وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانٖى وَالْقُرْاٰنَ الْعَظٖيمَ
“Andolsun, biz sana tekrarlanan yedi ikili ayeti ve büyük Kur’an’ı verdik.” (Hicr, 15/87)
Bu ayet Kur’an-ı Azîmüşşan’ı ve Fatiha Suresi’ni müsenna senasıyla ifade ettiği gibi, Kur’anın müsenna vasfına lâyık bir bürhanı ve altı erkân-ı imaniye ile beraber HAKİKAT-I İSLÂMİYET olan yedi esası, Kur’anın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette ispat eden ve “Seb’a-l Mesanî” nuruna mazhar bir ayinesi olan RİSALE-İN NUR’A cifirce dahi işaret eder. Çünkü
آتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانِى
makam-ı ebcedîsi bin üç yüz otuz beş (1335) adediyle Risale-in Nur’un Fatihası olan İşarat-ül İ’caz tefsirinin Fatiha Suresi’yle Bakara Suresi’nin başına ait kısmı basmakla intişar tarihi olan bin üç yüz otuz beş veya altıya tevafukla remzi bir perdeden ona baktığına bir emaredir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 77)
İman Rükünleri Tecezzi Etmez Bütündür
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ
Manevî Sual: Manen ruha geldi; neden bir cüz’i hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden KÂFİR OLUR ve kabul etmeyen MÜSLÜMAN OLMAZ? Halbuki Allah ve ahirete iman bir güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden BİR RÜKÜN ve hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden MÜRTED OLUR, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İSLÂMİYETTEN ÇIKAR? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor?
Elcevab: İman altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü her bir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Her biri her birisine gayet kuvvetli bir hüccet-i azam olur.
Öyle ise bütün erkânı, bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında bir tek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir. Gitgide küfr-ü mutlaka düşer, insaniyeti mahvolur. Hem maddî hem manevî Cehenneme gider. (AsM)
İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir; kökü esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, İman-ı Billah’tır; Allah’a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir. (S, 749)
Hayat, imanın altı erkânına bakıp ispat ediyor; onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mayesi ve hikmet-i hilkatı hayattır;
Hayat, imanın altı erkânı olan
آمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلآخِرِ وَ بِالْقَدَرِ
rükünlerine bakıp ispat ettiğini o kadar latif bir tarzda ders veriyor, izah ediyor ki; o belâgat-ı ifade, insanı hayran ediyor. (L, 438)
İman-ı Billah, kendi hüccetleriyle hem sair rükünlerini hem iman-ı bil’âhireti isbat eder. Cenab-ı Hakk’ın saltanat-ı rububiyeti ve -Yedinci Mes’ele’de beyan edildiği gibi- ekser isimleri ve vücub-u vücudunun hüccetleri, ahirete şehadet ederler ve isterler. Ve bu kutb-u imanî ne kadar kuvvetli bir nokta-i istinadı var. Gör, bil, görür gibi inan.
Hem nasıl iman-ı billah âhiretsiz olmaz.
Uluhiyet ve mabudiyetin tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedanî ki, her sahifesi bir kitab kadar ve her satırı bir sahife kadar manaları ifade eder ve öyle cismanî bir Kur’an-ı Sübhanî ki, herbir ayet-i tekviniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mu’cize hükmündedir. Ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve manidar nakışlarla tezyin edilmiş bir mescid-i Rahmanîdir ki; herbir köşesinde bir taife, bir nev’ ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halkeden bir Allah, bir Mabud-u Bilhak, o kitab-ı kebirin manalarını ders verecek üstadları ve o Kur’an-ı Samedanî’nin âyetlerini tefsir edecek müfessirleri elçi olarak göndermesin.
Demek iman-ı billah, katiyyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle “ve bikütübihi ve rusülihi” yani peygamberlere ve mukaddes kitaplara imanı ispat eder.
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bin mu’cizatıyla onun bir mu’cizesi olarak hak kelâmullah olduğu kat’î ispat edilen Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan hiçbir cihette imkânı var mı ki, o Mütekellim-i Ezelî ve o Sâni’-i Sermedî’nin kelâmı ve fermanı olmasın? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ ve kellâ!
Demek iman-ı billah bütün hüccetleriyle, Kur’an’ın kelâmullah olduğunu ispat ediyor. (Asa-yı Musa, 59; Şualar, 241) Hem iman-ı billah hakikatı, hüccetleriyle hem melaikeye iman hem kadere iman hakikatlarını dahi kat’î ispat eder. Güneş gündüzü ve gündüz güneşi gösterdiği gibi, o katiyette imanın rükünleri birbirini ispat ederler.
Demek imanın altı rüknü birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Her birisi umumunu ispat eder, ister, iktiza eder. O altı, öyle bir küll ve küllîdir ki, tecezzi kabul etmez ve inkısamı imkân haricindedir.
Nasılki kökü göklerde Tuba ağacı gibi. Her bir dalı, her bir meyvesi, her bir yaprağı; o koca ağacın küllî, tükenmez hayatına dayanıyor. O kuvvetli ve güneş gibi zahir o hayatı inkâr edemeyen, bir tek muttasıl yaprağın hayatını inkâr edemez. Eğer etse; o ağaç, dalları ve meyveleri ve yaprakları sayısınca o münkiri tekzip edecek, susturacak. Öyle de iman, altı rükünleriyle aynı vaziyettedir. (Şualar, 237; Asa-yı Musa, 55)
Bir Müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, KÜFR-Ü MUTLAKA düşer. Çünkü başka dinlerin icmallerine mukabil, İslâmiyet’te tam izahat verilmiş, rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanımayan, tasdik etmeyen bir Müslüman, Allah’ı da (sıfâtıyla) daha tanımaz ve ahireti bilmez. Bir Müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor. Âdeta akıl, kabulde mecbur oluyor. (Şualar, 242; Asa-yı Musa, 60)
İman-ı Billah ile Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ve kesin iman eden kişi imanın diğer beş rüknünü de kabul etmesi kaçınılmazdır. Çünkü iman bir bütündür ve bir rükün diğerlerini de ispat eder ve gerektirir. Yani bu rükünler birbirinin lazımesidir.
Allah var. Öyle ise kendi zatını bildirmek ve göstermek için mahlukatı / varlıkları yaratacak Halık olduğunu bildirecek ve Esma-i İlahiye ile Sıfat-ı Rabbaniyesini o varlıklarda gösterecektir. Nasılki güneş tezahürsüz ve ışık vermeksizin olamaz. Çünkü ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, uluhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusül ile olur. (Mesnevi-i Nuriye, 37)
Cenab-ı Hak madem insanı yaratmış öyle ise insanla sıfat-ı Kelam gereği konuşacaktır. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak, elbette zîşuurun içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Madem insan nev’i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev’-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır. Demek gönderdiği bütün NEBÎ VE RESULLERLE konuşacaktır. Hatem-ül Enbiya olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış ve sair nev’-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır. (Mektubat, 89)
Reşhalar risalesi, imanın en mühim üç erkânından (Allah’a, Ahirete ve Peygamberlere iman) nübüvvetin hakikatini ve nübüvvet-i Ahmediye’yi (asm) gayet kat’î ve parlak bürhanlarla ispat ediyor. Şems nasıl ziya vermemesi mümkün değildir. Aynen öyle de: Uluhiyet de risaletsiz mümkün olmadığını ispat ediyor.
Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, risalet-i Ahmediyeyi (asm)’ı istilzam eder. (Mesnevi-i Nuriye; 260; Asa-yı Musa, 188)
Allah’ın insanlar için inzal ettiği semavî suhuf ve kitaplar O’nun Kelam sıfatının ve konuşmasının ispatıdır. Kur`an-ı Kerîm onun kelamı, yani konuşmasıdır. Zaten Kur’an’ın bir adı da “Kelâmullah”tır.
وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُكَلِّمَهُ اللّٰهُ اِلَّا وَحْياً اَوْ مِنْ وَرَٓائِ۬ حِجَابٍ اَوْ يُرْسِلَ رَسُولاً فَيُوحِيَ بِـاِذْنِه۪ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّهُ عَلِيٌّ حَك۪يمٌ
“Allah bir insanla ancak VAHİY yoluyla veya PERDE ARKASINDAN konuşur. Yahut da BİR RESUL / ELÇİ GÖNDERİR de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibi Hakîm’dir.” (Şura, 42/51)
1- Vahy, Allah’ın istediği bilgiyi, doğrudan doğruya, gayet gizli ve hızlı bir işaret halinde kalbe bırakıp ilham etmesidir. Yani sözlerini insanın kalbine ilham eder. “Biz Musa’nın annesine, onu emzir, diye ilham / vahyettik.” (Kasas, 28/7) Rüyayı sadıka da böyledir. Hz. Peygamber (sav)’in rüyalarının aynen çıkması ve Hz. İbrahim (as)’ın oğlunu kurban etmesi rüyası gibi.
“Hani anana vahy olunacak şeyi ilham etmiştik: Onu (bebek Musa’yı) sandığın içine koy ve denize (Nil’e) bırak ki, deniz onu kıyıya atsın da kendisini hem bana düşman hem de ona düşman olan birisi (Firavun) alsın. Sana da ey Musa, sevilesin ve gözetimimizde yetiştirilesin diye tarafımızdan bir sevgi bırakmıştık.” (Taha, 20/38-39)
وَاِذْ اَوْحَيْتُ اِلَى الْحَوَارِيّٖنَ اَنْ اٰمِنُوا بٖى وَبِرَسُولٖى قَالُوا اٰمَنَّا وَاشْهَدْ بِاَنَّنَا مُسْلِمُونَ
“Hani havarilere: “Bana ve resulüme iman edin” diye ilham etmiştik. “İman ettik. Müslümanlar olduğumuza Sen de şahit ol” demişlerdi.” (Maide, 5/111)
2- Allah Peygamberine perde arkasından hitap etmesidir. Bunda da vahiy meleği Cebrail (as)’ın aracılığı söz konusu değildir. Miraçta olduğu gibi, doğrudan vasıtasız perde arkasından ses gelmesi. Bu söz doğrudan doğruya kalbe değil, kulaktaki işitme gücüne söylenir ki perde arkasından olması bu yönüyledir.
Hz. Musa (as)’ın Tur-i Sina’da bir ağaçtan sesin gelmesi şöyledir:
فَلَمَّا اَتٰیهَا نُودِىَ مِنْ شَاطِئِ الْوَادِ الْاَيْمَنِ فِى الْبُقْعَةِ الْمُبَارَكَةِ مِنَ الشَّجَرَةِ اَنْ يَا مُوسٰى اِنّٖى اَنَا اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ
“Mûsâ, ateşin yanına gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki AĞAÇTAN şöyle seslenildi: “Ey Musa! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.” (Kasas, 28/30)
Bir başka ayette şöyle:
وَلَمَّا جَاءَ مُوسٰى لِمٖيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ
“Musa, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “RABBİM! BANA GÖRÜN, SANA BAKAYIM” dedi. Allah da “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.” (Araf, 7/143)
Hz. Musa ile Rabbimizin konuşması (bkz. Tâhâ 20/11-23; Kasas 28/30-35) ayetlerinde anlatılmaktadır.
3- Cebrail (as) veya başka bir meleğin gelip, peygambere Allah’ın emirlerini duyurması. Bazen melek insan şeklinde gelir. Bu çeşidi vasıtalı vahiydir. Bu tür vahiyde Yüce Allah vahyini bildirmek üzere Cebrail (as)’ı aracı olarak gönderir. Kur’an-ı Kerîm’in Peygamberimiz (sav)’e vahyi umumiyetle bu üçüncü yolla olmuştur.
Bu tür vahiy de iki şekilde gerçekleşir:
Birincisi, vahiy meleğinin melekiyetten sıyrılıp beşeriyete inmesi iledir. Yani vahiy meleği bazen insan suretinde gelerek Resulullah (sav)’in mübarek elini tutmuş (Ebû Dâvûd, Sünnet 9), hanımlarının yanında, onlara görünmeden Hz. Peygamberimiz (sav) ile konuşmuş (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150), bazen de sahabeden Dihyetü’l-Kelbî suretinde gelerek yine Efendimiz ile konuşmuştur. (Buhârî, Fedâilü’l-Kuran, 1)
İkincisi ise Resûl-i Ekrem (sav)’in beşeriyetten melekiyete geçmesi ile gerçekleşmiştir ki vahyin en zor olanı da budur ve Kur’an vahiyleri daha çok bu yolla gelmiştir.
4- Teshîr (içgüdü) şeklinde olur.
وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذٖى مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ
“Rabbin, bal arısına şöyle ilham / vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.” (Nahl, 16/68) Burada kastedilen, arıya verilen içgüdüdür.
Sadede dönelim ve izaha devam edelim.
Allah ve Resulü var. Sabıkan anlatıldığı üzere Semavî Suhuf ve Kitaplarıyla hem konuşacak hem de Cenab-ı Hak insanlardan emir ve yasakları için rehber, klavuz ve peygamberinin elinde delil olacak kitapları inzal etmiş. İmanın erkânlarından biri olarak “İnzal-i Kütüb” rükünlerine iman edilmesini istemiştir.
Bütün kâinatın en müntehab neticesi ve arzın halifesi ve ekser mahlukat-ı arziyenin kumandanları olan insanların manevî reisleri ile görüşmesin? Onlarla, belki her zîhayat ile fiilen ve halen konuştuğu gibi, onlar ile kavlen ve kelâmen konuşmasın ve onlara fermanları ve SUHUF VE KİTABLARI göndermesin? Hâşâ, hadsiz hâşâ!
Demek iman-ı billah, katiyyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle “ve bikütübihi ve rusülihi” yani peygamberlere ve mukaddes kitaplara imanı ispat eder. (Asa-yı Musa, 57)
Madem Allah, Resulü ve Mukaddes Kitapları var. Allah’ın kelamı olan “Kelamullah” diye adlandıran Kur’an-ı Kerimi ve ayetlerini Resulüne getiren bir vasıta olacak. İşte elçileri, yani Cebrail (as) ile emir ve fermanlarını Yüce Allah göndermiştir. Gönderdiği emirlere uyan ve uymayan insanların hal ve hareketlerini kayıt altına almak için bir kısım melekleri görevlendirmiştir. Kiramen ve Kâtibin gibi. Hatta Mü’min ve Müslümanları muhafaza eden takriben hadislerde bildirilen yirmi kadar muhafız melekleri var ki, Yüce Allah MELEKLERE İMANI şart koşmuş.
Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubudiyetleri ameldedir. Melaike-i arziyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tabir caiz ise, bir nevi çobanlık ederler. Bir nevi de çiftçilik ederler. Yani rûy-i zemin, umumî bir mezraadır. İçindeki bütün hayvanatın taifelerine Hâlık-ı Zülcelal’in emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanata mahsus bir nevi çobanlık edecek bir melaike-i müekkel var. Hem de rûy-i zemin bir tarladır, umum nebatat onun içinde ekilir. Umumuna Cenab-ı Hakk’ın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenab-ı Hakk’a ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzakıyet arşının hamelesinden olan HAZRET-İ MİKÂİL Aleyhisselâm, şunların en büyük nâzırlarıdır. (Sözler, 353)
Evet erkân-ı imaniye içinde “İMAN-I BİLLAH” VE “İMAN-I BİLYEVM-İL ÂHİR” Âlem-i İslâmiyet’in iki kutbu ve iki güneşidir. (Kastamonu Lahikası, 210)
Hâkim-i Mutlak olan Allah kullarına bu imtihan dünyasında emirlerine tabi olanlara mükâfatı ve yasaklarını işleyen ve emirlerini hiçe sayan, Zat-ı İlahisine isyan eden kişileri de zindan-ı ebedî ve ebedî cehennem ile cezalandırmasın. Haşa ve kella!
Evet madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı uluhiyetinin sermedî bir medarı olan ahiret vardır. Madem Allah var, elbette ahiret vardır.
Hem nasılki mezkûr üç erkân-ı imaniye onları ispat eden bütün delilleriyle haşre şehadet ve delalet ederler. Öyle de
وَ بِمَلئِكَتِهِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللّٰهِ تَعَالَى
olan iki rükn-ü imanî dahi haşri istilzam edip kuvvetli bir surette âlem-i bekaya şehadet ve delalet ederler. Şöyle ki:
Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler, dolayısıyla âlem-i ervahın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i ahiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin, Cennet ve Cehennem’in vücudlarına delalet ederler. (Asa-yı Musa, 223)
Madem dünya var. Ve dünya içinde bu asarıyla hikmet ve inayet ve rahmet ve adalet var. Elbette dünyanın vücudu gibi kat’î olarak ahiret de var. Madem dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Ahireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayı inkâr etmek demektir. Demek ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor. (Sözler, 87)
Madem Kur’an-ı Hakîm’in bize verdiği en mühim bir ders, “İMAN-I BİL’ÂHİRET”tir. (Lem’alar, 227)
Demek iman-ı billah hakikatı, hüccetleriyle hem melaikeye iman hem KADERE İMAN hakikatlarını dahi kat’î isbat eder. Güneş gündüzü ve gündüz güneşi gösterdiği gibi, imanın rükünleri birbirini isbat ederler. (Asa-yı Musa, 59)
Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani: “Her şey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iyye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. (Sözler, 468)
İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Kadere iman o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. (Sözler, 471)
مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ
“Kadere iman eden, keder / gamlardan kurtulur.”
Evet şu kâinatı idare eden zât, her şeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise; ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü görüyoruz her masnu’ vücudunda, gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. (Sözler, 77)
Bu mizanlı ve nizamlı gayet san’atkârane nakışlar, kat’î bir surette bir irade ve ihtiyar ve kasd ve meşiet iktiza eder. İradesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezahür olamaz. (Barla Lahikası, 266)
Yirmialtıncı Söz olan “Risale-i Kader”de “İman-ı Bilkader” rüknünü ispat eden bütün deliller; dolayısıyla haşre ve neşr-i suhufa ve mizan-ı ekberdeki müvazene-i a’male delalet ederler. Çünkü her şeyin mukadderatını gözümüz önünde nizam ve mizan levhalarında kaydetmek ve her zîhayatın sergüzeşt-i hayatiyelerini kuvve-i hâfızalarında ve çekirdeklerinde ve sair elvah-ı misaliyede yazmak ve her zîruhun, hususan insanların defter-i a’mallerini elvah-ı mahfuzada tesbit etmek ve geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmane bir takdir ve müdakkikane bir kayıd ve hafîzane bir kitabet; ancak mahkeme-i kübrada umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücazat için olabilir. (Asa-yı Musa, 223)
Eğer desen: Ne için ehl-i küfür ve dalalet dünyada ehl-i hidayete galib oluyor?
Elcevab: Çünkü küfrün divaneliğiyle ve dalaletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle ebedî elmasları satın almak için verilen letaif ve istidadat-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara veriyor. Elbette ham cam ve camid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için, en a’lâ cam ve en eclâ cemed alınır.
Bir vakit elmasçı zengin bir adam divane olur, çarşıya gider, beş paralık cam parçasına beş altun verir. O zengin divaneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir, hatta çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, birer altın alıyorlardı.
Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükela ve ümera-yı askeriye zanneder. Şâhane emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itaat ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.
İşte küfür bir divaneliktir, dalalet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki; bâki meta’ yerine fâni meta’ı alır. İşte şu sırdandır ki, ehl-i dalaletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi her şeyi şediddir. Bir dakika meraka değmeyen bir şeye, bir sene inad eder.
Evet küfrün divaneliğiyle, dalaletin sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir latife-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir. Fakat mü’minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi ehl-i dalalet gibi, ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez. (Barla Lahikası, 273)
adarselim@gmail.com