Bir yaratıcı olmadan hiçbir varlık mevcud olamaz. Her mevcud mucidini iktiza eder. Âlemde var olan her şeyin Allah’ın yaratması ve icad etmesiyle olduğu açıktır.

“Allah her şey’in hâlikıdır” [i] ayeti ifade etmektedir. Zaten var etmek O’ndan başkasına layık değildir.

Bir yaratıcının varlığını anlayabilmek için, kâinat ve içindekilerin yaratılışını dört şekilde ele alabiliriz:

1- Sebebler icat ediyor.

2- Kendi kendine teşekkül ediyor.

3- Tabiat iktiza edip icat ediyor.

4- ALLAH (cc) icat edip yaratıyor.

Bu maddelerin izahına geçmeden önce bir misal verelim:

Herhangi bir hayvanı, ya bu âlemdeki sebepler icad ediyor; yani sebeplerin bir araya gelmesiyle vücud buluyor. Veya o kendi kendine teşekkül ediyor. Veyahut tabiatın tesiriyle meydana geliyor. Yahut da, bir Kadir-i Zülcelalin kudretiyle icad edilir. Aklen ve mantıken bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yolun imkânsız ve batıl oldukları kat’i isbat edildiğinde dördüncü yolun hak ve hakikat olduğu ortaya çıkar. [ii]*

Bu üç yolun imkânsız olduklarını cümlelerin tahlili ile de anlayabiliriz. Şöyle ki:

1“Bu yazıyı veya kitabı sebepler icad ediyor” cümlesenin yazılabilmesi için kâğıt, kalem, mürekkeb, harfler ve kâtip veya matbaanın alet ve edevatları gibi sebepler gereklidir. Ta ki, o yazı yazılabilsin. Fakat bunların hiçbiri yokken; yani sebepler bulunmazken nasıl yazılabilecek. Önce bu sebeplerin olması gerekir.

Yaratılmamış olan varlıklarla, var olan mevcudun yazılması mümkün mü?

Acaba milyonlarca sene beklense sebeplerin toplanıp, böyle bir yazıyı yazdığına inanmak akılsızlık değil midir?

Akıllı ve şuurlu bir insan —ki okuryazar olması lazım— dilemediği müddetçe sözkonusu cümle yazılamaz, “Yazılır” demek akıl kârı değildir.

Bütün varlıkların unsûrlardan meydana geldiği bir gerçektir. Bunların da yoktan yaratıldığı ve bir başlangıçlarının olduğu unutulmamalı. Bunu konumuzun sonunda izah edeceğiz.

2– “Kendi”; yani bu ifade, yoktan yaratılan ve sebeplerin terkibiyle meydana gelen canlı ve cansız varlıkların her birine verilen izafi bir kavramdır. Herhangi bir varlık meydana gelmeden, “kendi” de yok demektir. Öyle ise; “kendi” diye adlandırılan bir varlık olmadan, nasıl kendini icad edebilir?

Şu cümleleri dikkatle inceleyelim:

Yazıyı yazan yazıdır.”   ve  “Dünyayı yaratan dünyadır.

“Kendini yazan kendidir.” ve “Kendini yaratan kendidir.”

Böyle cümleler varlıklar adedince kurulabilir. Demek “yazı ve dünya” yok iken kendi de yok demektir. Artık kendi kendine teşekkül edip, meydana gelmesi de mümkün değildir. Fakat “Yazıyı yazan âlimdir.” ve “Dünyayı yaratan Allah’tır.” demek akla en uygun ve en doğru olanıdır.

3– Tabiat iktiza edip icad ediyor diyenlere sormak lazım:

– “Kâinatı kim yarattı?”

– “Tabiat” diye cevap verilirse, tekrar sorarız;

– “Tabiat nedir?” cevap olarak,

“Tabiat; canlı ve cansız varlıkların tümüdür” diyecek ve kendi söylediğini kendisi çürütecektir. Çünkü: Tabiatı yaratan tabiattır/ “Kendini yaratan kendidir” demiş olup, bir önceki maddeye dönmüş olacaktır. Şayet:

– “Kâinatı kim yarattı?” sorusuna

– “Kanunlar yarattı” denirse;

– “Kanunları kim koydu? diye sorarız. Zaten hâkimsiz kanun, hükümsüzdür. Zira kanunları tatbik edecek bir hâkim lazımdır. Eğer; “Tabiat” diye ısrar ederse o zaman da;

– “Tabiat nelerden ibarettir?” diye sorarız.

– “Kâinat ve tabiat kanunlarından ibarettir” denildiğinde ise; tekrar sormak gerekir:

“Canlı ve cansız varlıklardan ibaret olan ve kevni kanunlardan teşekkül eden kâinatı ve tabiatı kim yarattı?” sorusuna cevaben, tabiat veya kanunlar diyemeyecektir. Şayet derse, o zaman evren ve doğanın kendi kendini icad ettiğini söylemiş olacaktır. Bu da ikinci maddede izah edildiği gibi, akla bin derece zıt ve imkânsızdır.

Meselâ, sorsanız:

– “Siz, hiç ilaçtan anlayan bir kimyager ve eczacı olmadan, bir ilacın kendiliğinden meydana gelip paketlendiği ve hangi hastalığa deva olduğunun prospektüsünde yazıldığını görüp, işittiniz mi? Böyle olması aklen mümkün mü?”

– “Elbette ki, hayır.” O zaman;

– “Bir canlının vücudu mu, yoksa bir ilaç mı daha üstün ve daha harikadır?”

– “Muhakkak ki, canlı varlık daha üstün ve daha harikadır. Çünkü onu yapan ve yaratan da hayat sahibi bir zât’tır” diyecek ve böyle demek de aklın gereğidir.

Hemen;

– “Bir eczahane olan yerküresinde, binlerce çeşit bitkiler, hayvanlar, insanlar gibi hayat sahibi olan kavanozlardaki macunlar ve tiryakların; bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel olduğunu herkes bilir. O halde basit bir bileşim olan ilaç, terkibçisini gösterir de; şu büyük Küre-i Arz eczahanesi kendi eczacısı olan Yüce Allah’ı hatta kör gözlere de göstermez mi?”[iii]

Yukarıda söz konusu olan ilaçları terkib eden kimdir?

Sebepleri teşkil eden kimyevi elementler mi?

Yoksa kendi kendileri mi?

Veyahut tabiat misal, ilaç fabrikası ve eczahane mi?

Elbette ki, bunların hiçbirisinin, o ilaçları meydana getirmesi mümkün değildir. Ancak  ilaçların kendilerinin, adı geçen sebeplerle bir fabrika ve laboratuvarda ihtisas sahibi bir kimyager tarafından bir araya getirildiği muhakkaktır. Aklen uygun olanı da budur.

4– Bir kitabın veya yazının yazarı olur da; cansız varlıklar ve hayat sahipleriyle dolu olan büyük kâinat kitabının, kudret kalemiyle yazanı, yaratanı olmaz mı?

Öyle ise, o zât kimdir?

Elbetteki en küçük varlıktan / maddeden en büyüğüne kadar bütün mevcudat herbiri ayrı ayrı kendi lisanlarıyla şehadet ve işaret ettikleri bir San’i-i Kadir olan Allah’tır, denilecek ve de böyle denilmesi aklın gereğidir.

Kur’an-ı Kerimin takip ettiği dört maksattan* biri tevhid olduğu için birçok ayette açık şekilde cevap verilmektedir. Şöyleki:

“Andolsun ki, onlara: “Gökleri ve yeri yaratan kimdir? Güneş ve ayı musahhar kılan kimdir?” diye sorarsan elbette şüphesiz “ALLAH” derler. O halde (Hakk’tan) nasıl çevriliyorlar?”[iv]

“Yine onlara: “Gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra dirilten kimdir?” diye sorsan elbette şüphesiz “ALLAH” diyecekler. De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bunu akletmezler.”[v]

“De ki: Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? O kulakların ve gözlerin sahibi kimdir? Diriyi ölüden ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir? Hemen “ALLAH’TIR” diyecekler. O halde de ki: Artık ittika etmez misiniz?[vi]

“İşte bu Allah, hak olan Rabbınızdır. Haktan sonra ancak sapıklık var. O halde nasıl (Hakk’tan) döndürülüyorsunuz?[vii]

“De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? De ki: “ALLAH’tır.”… De ki: “ALLAH HER ŞEYİN YARATICISIDIR. O, birdir, her şeye yegâne galip O’dur.”[viii]

Gökte ve yerde ne varsa Allah’ındır. Gerçekten Allah her şeyden müstağni, bizatihi hamde layıktır.”[ix]

“Eğer yerdeki ağaçlar kalem, deniz ve arkasından yedi deniz de mürekkeb olsa, Allah’ın kelimeleri tükenmez. Muhakkak Allah Azizdir, Hakimdir.”[x]

“Gökleri ve yeri örneksiz ve modelsiz yoktan var eden Allah’tır.”[xi]

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyi yaratan O’dur. O’na kulluk / ibadet edin. O, her şeye vekildir.”[xii]

“Allah Hak’tır, O’ndan başka tapdıkları batıldır. Ve elbette Allah çok yücedir, çok büyüktür.”[xiii]

“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka İlâhlar olsaydı ikisi de fesada uğrardı.”[xiv]

Meselâ, bir araçta iki direksiyon olsa ve farklı iki şahıs tarafından aynı anda kullanılsa elbetteki o araç fesada uğrayacaktır. Çünkü emir ve idareleri farklı olacak. Birinin talep ettiğinin zıttını, diğeri yapmak isteyecek. Böylece karışıklık ortaya çıkıp, aracın idaresi zorlaşacak ve kazâ yapacaktır.

Yine başka bir misal verecek olursak; bir asker on subayın emir ve idaresine mi; yoksa bir subayın emrine bin asker mi verilse sevk ve idareleri daha kolay olacak? Oysa ki, o bir neferin idaresi, bir tabur askerin idaresinden bile on belki de yüz derece daha zor olacağı açıktır. Çünkü ona emredenler birbirlerine engel olacak ve aralarında münakaşa başlayacaktır. Emir ve komutlarında zıtlıklar ortaya çıkacak. Biri “yat”, biri “kalk” derken; diğeri “dur”, ötekisi “yürü”….vs. diyecektir.

İşte misallerden anlaşıldığı gibi, gökleri ve yeri birden fazla ilâhlar idare edecek olsaydı, bunların hepsi de fesada uğrayacaktı. Demek kâinatı yaratan ve idare eden Vâhid-i Ehad olan Allah’tır.

Üstad Bediüzzaman’ın bu konudaki şu iki misalini de aynen vermek istiyorum:

“Meselâ, nasılki bir ordunun bütün neferatının bir merkezden, bir kanunla, bir kumandan-ı a’zam emriyle esasat-ı techiziyeleri yapılsa; birtek nefer kadar kolay olur. Eğer ayrı ayrı fabrikalarda, ayrı ayrı merkezlerde techizatları yapılsa; bir ordunun techizine lazım olan bütün askeri fabrikalar, birtek neferin techizatı için lazım gelir.

Demek, eğer vahdete istinad edilse; bir ordu, bir nefer kadar kolay olur. Eğer vahdet olmazsa; bir nefer, bir ordu kadar techizin esâsatı cihetinde müşkilatlı olur.

Ve kezâ, bir kitabın bin nüshasıyla bir nüshanın ücreti matbaaca birdir. Bazan da tek bir nüshanın tab’ı daha fazla bir ücrete tâbi tutulur. Buna kıyasen, bir matbaayı bırakıp çok matbaalara başvurulsa, birkaç kat fazla ücretlerin verilmesi lâzım gelir. Evet, kesret vahdete isnad edilmediği takdirde, vahdeti kesrete isnad etmek mecburiyeti hâsıl olur. Demek, dağınık bir nev’in icadındaki sühûlet-i harika, vahdet ve tevhid sırrına bağlıdır.”[xv]

Eğer kâinattaki bütün eşya, bir Vahid-i Ehad olan Allah’a verilmese; sebeplere ve tabiata havele edilmek istense, binler zorluklar ortaya çıkar. Bir işe birçok eller karışsa karıştırırlar. Allah’ın varlığı ve birliği böyle açık olduğu halde insanların en çok yanılgıya düştükleri hususiyet, yaratılışın iki tarzda olmasındandır.

Bediüzzaman hazretleri; Asâ-yı Musa ve Lem’alar adlı eserlerinde; tabiat ve esbab perestlerin:

“Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkib, bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor” sorusuna özetle şöyle cevap veriyor:

“Firavunlaşmış kendi nefisleri, hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinden hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar:

“Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” deyip, bu batıl ve hata düsturu, Kadir-i Mutlaka teşmil etmek istiyorlar.

Evet, Kadir-i Zülcelalin iki tarzda icadı var:

Biri: İhtira ve İbda’ iledir. Yani; Hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lazım her şey’i de hiçten icad edip eline veriyor.

Diğeri: İnşâ ile, san’at iledir. Yani; Kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi, çok dakik hikmetler için kâinatın anasırından bir kısım mevcudatı inşâ ediyor. Her emrine tabi olan zerratları ve maddeleri, Rezzâkiyet kanuniyle onlara gönderir ve onlarda çalıştırır… Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumi bir kanundur. Bir baharda, üç yüz bin enva-ı zihayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlardan başka bütün keyfiyât ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, “Yoğu var edemez!” diyen adam, yok olmalı!..”

İBDA VE İNŞA NE DEMEKTİR?

Biraz daha izah etmeye çalışalım.

İbda; hiçten icad, yoktan vücut vermek, bir mevcuda lazım herşeyin yoktan yaratılmasıdır. İnşâ ise; eşyanın mevcut elementlerden toplanmak suretiyle icad edilmesidir. İki türlü ibda vardır:

Biri; ibda-yı mutlak yahut ibda-yı mahz ve küllidir.

Diğeri; ibda-yı cüz’i veya ibda-yı nisbidir.

Kâinatın ve müştemilatının ilk yaratılışı ve herşeyin, hiçten ve yoktan icad edilmesi ibda-yı mutlak ve ibda-yı mahz iledir. Yani hiçbir kanun, madde, müddet, asıl, sûret, misal yokken mükevvenatın örneksiz, mukayesesiz, taklidsiz, nazirsiz, emsalsiz olarak yoktan ve hiçten icadıdır.

Hâkim-i Ezel ve Ebed, ibda-yı mahz ile yarattığı ve hazırladığı zerratı iplik gibi istimal etmekte ve bütün mahlûkatı bir kumaş gibi dokumaktadır. O zerrelerin, biraraya getirilmesiyle muhtelif eşyanın yaratılması ise inşâ’dır. Bu inşâ ile zuhur eden yeni yeni şekiller, desenler, motifler, tezyinatlar, keyfiyat ve mahiyetler de ibda-i cüz’idir.

İbda-yı cüz’i; ibda ve inşa’nın birlikte tahakkuku ile ortaya çıkmakta, kâinatta her an cereyan etmektedir. Meselâ, şu anda yaratılan her bir mevcudun, tabiri câiz ise, plan ve proğramı ibda’dır. Bu plan ve programa göre zerrelerin toplanıp eşyanın ortaya çıkışı ise inşâdır. Eşyanın vücud sahasına çıkması ile onlara takılan sayısız sıfatlar, hususiyetler, ahvaller ise yine ibda hakikatını göstermektedir. Demek ki, kâinatta her an inşa, ibdaya istinad ederek devam etmekedir. Meselâ, bir bülbül zerrelerden yaratılmıştır. Fakat bülbül zerreler yığını değildir. Kudret-i ilahiye zerrat hamurundan bülbülü halketmiş, o hamurdan bambaşka bir mahiyet ortaya çıkarmıştır. Böylece inşa hususiyet kazanmış, bülbül rengi ve şekli, sesi ve güzelliğiyle, hayatı ve hissiyatıyle apayrı bir mahiyete bürünmüştür. İşte bülbüldeki hiçten ve yoktan yaratılan bütün hususiyetler ibdadır.

Hâkim-i Ezeli ibda-ı mahz ile yarattığı zerratı hıfz ve muhafaza ederek sonsuz hikmetini göstermek için, farklı tezgâhlarda bir vazifeden diğer bir vazifeye münavebe ile sevk etmektedir. Yüce Allah bir zerreye nihayetsiz vazifeler gördürerek hadsiz neticeler almaktadır. Bu zerreleri defalarca istimal etmektedir.”[xvi] Yıkılan bir saray malzemelerinin yeni binalarda kullanılması gibi. Malzeme aynı, fakat plan, proje ve proğram ile şekil, suret ve yeri farklı.

Eğer ibda ile küre-i arzda zerreler her an, her devre yeniden yaratılmış olsaydı; bugünkü kendi mevcut ağırlığının belki milyonlar katı ağırlığına çıkmakla, kâinattaki umumi denge bozulacak ve yaratılıştan matlup olan neticeler akim kalacaktı.

Şunu asla unutmamak lazım ki, Kudret-i ilahiye noktasında eşyanın ibda ve inşa ile yaratılması arasında fark yoktur. Her ikisi de Allah’ın takdiri iledir.

 

adarselim@gmail.com

 

DİPNOTLAR

[i] – Ra’d, 13/16, En’âm, 6/102, Zümer, 39/62, Mü’min, 40/62.
[ii]– Nursî, Lem’alar.
*- Gnş. bilgi için bkz. Nursî, Lem’alar, (23.Lem’a) ve Asa-yı Musa, VI. Mes’ele.
[iii]– Nursî, Asa-yı Musa.
* – “Kur’anın takip ettiği maksatlar; Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ve İbadet olmak üzere dörttür.” (Nursî, İ. İ’caz)
[iv]– Ankebut, 29/61.
[v]– Ankebut, 29/63.
[vi]– Yunus, 10/31.
[vii]– Yunus, 10/32.
[viii]– Ra’d, 13/16.
[ix]– Lukman, 31/26.
[x]– Lukman, 31/27.
[xi]– En’âm, 6/101.
[xii]– En’âm, 6/102.
[xiii]– Lukman, 31/30.
[xiv]– Enbiya, 21/22.
[xv]– Nursî, Mektubat ve M. Nuriye.
[xvi]– Kırkıncı, Mehmed, Nasıl Aldanıyorlar? (özetlenerek)