İnsan, dünyaya hiçbir şey bilmeyerek gelir. Bu sebeple, hayatta kendisi için gerekli bilgileri sonradan öğrenir. İnsan, aynı zamanda sosyal bir varlık olduğundan başkaları ile münasebetlerini düzenli bir şekilde sağlayacak olan sosyal değerleri de öğrenmek zorundadır. İşte bu faaliyetlerin tümüne, eğitim diyoruz. Ferdin doğuştan getirdiklerine tabiat, sonradan kazandıklarına da kültür dersek, eğitimi “Gelişen ve biriken beşer kültürünü, yetişmekte olan nesillere aktarma ve doğuştan getirilen kabiliyetleri geliştirme ve şekillendirme” faaliyeti olarak da tarif edebiliriz. (İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye)
Eğitimin dinî açıdan tarifi ise; “Kulu, dinî ve dünyevî vazifelerini hakkıyla yerine getirebilecek bir hale ulaştırmaktır.” (M. Fuad, Vazaif-i Aile, s.24)
İslam terbiyesinin özü; “İslam dininin esaslarına uygun olarak, insan fikir ve düşüncesinin gelişmesi, davranış ve duygularının tanzimi, istikametli olması için fikir ve düşüncede, söz ve fiilde, usul ve esasta, mizan ve nizamda doğru yolu göstermek, dünya ve ahirette mutlu ve huzurlu olacak “İYİ İNSAN” yetiştirme sanatı ve işidir.”
Terbiyevî öğretimde, eğitim ile öğretim, birbirinin tamamlayıcısıdır. Çünkü bilgisiz / öğretimsiz hareket, bizi felakete sürükleyebileceği gibi, aksiyonsuz bilgi de tembelliğe sevk eder. O halde hem bilmek, hem de yapmak gereklidir.
Hz. Peygamber (sav):
“İlim, öğrenmekle elde edilir” (Buhari, İlim)
“Eğitim ve öğretim yapan öğretmen ve öğrencinin payı eşittir.” (Darimi, Sünen) buyurmak suretiyle, eğitim ve öğretimin değerine işaret etmiştir.
“Faydasız ve işe yaramaz ilimden Allah’a sığınırım.” (Müslim, Zikir) buyurarak, kazanılacak bilginin hayatî önem taşımasının, amelî kıymet ifade etmesinin gerekliliğini vurgulamıştır.
Şu halde İslam, işe yaramayan bilginin lüzumsuz olduğu, terbiyevî // eğitsel // pedagojik bir değer taşımadığı prensibini, asırlar önce ortaya koymuştur. Ebu Hanife: “Amel, ilme tabidir. Diğer uzuvların göze tabi olduğu gibi” (Ebu Hanife, el-Âlim ve’l Müteallim) buyurmakla, salt eğitimin veya salt öğretimin noksan olduğuna, biri olmadan diğerinin değer ifade etmediğine dikkat çekmiştir.
Sahabe de bu hususa çok dikkat etmiştir. Onlar ve takipçileri Kur’an-ı Kerim’den bir ayet, bir sure ezberlemişler, öğrenmişler, fakat onu, hareket ve davranışlarına sindirmeyince başka bir ayete, başka bir sureye geçmemişlerdir. Dolayısıyla onlar, ilmi ve ameli birlikte öğrenmişlerdir.
Hz. Peygamber (sav):
“İlim, amelin öncüsüdür. Amel ilme tâbidir” buyurmuştur. (İbni Abdil Berr, Camiu Beyani’l İlim)
Yaz kurslarımız da bu bağlamda ele alınarak “bizim oğlan bina okur, döner döner yeniden okur”a dönüştürmeden, çocuklarımıza Kur’an-ı Kerim’in sahih okunuşunu öğrettikten sonra, verdiği mesajların yaşanması bilinci aşılanmalıdır.
Günümüzde Kur’an-ı Kerim’e karşı sergilenen üç tarz şöyledir:
1- Kur’an-ı Sâmit: Suskun Kur’an, özel muhafazalarda korunan Kur’an.
2- Kur’an-ı Nâtık: Sadece okunan ve okumanın ötesine geçmeyen Kur’an.
3- Kur’an-ı Mücessem / Kur’an-ı Müşahhas: Yaşayan Kur’an. Ete-kemiğe bürünmüş yürüyen Kur’an. Satırlardan ve sadırlardan hayata taşınan Kur’an. Bizi kurtaracak olan Kur’an da budur.
Her inanan insan karar vermeli, bu üç tarzın hangisini veya hangilerini uygulamakta ve tatbik etme düşüncesini taşımakta olduğuna kesin karar vermeli. Çünkü Kur’an Eğitimi bunu gerektirmektedir.
Çocuklarımız “Eğitilsin, Kur’an Öğrensin” diye cami, dernek ve vakıf ile cemiyetlerin açtığı yaz kurslarına gönderilen çocuklarımıza “Yaşayan Kur’an” bilinci verilmeli ve Kur’an, hayatlarında kalıcı hale getirilmeli. Hurafelerden arınmış, yaşanabilir İslam sunulmalı, dinî hakikatler aynıyla anlatılmalı.
Eğitim, mikro planda çocukta şahsiyeti inşa faaliyeti, makro planda da yarınki cemiyeti kurma ameliyesidir. Yarının toplumunu inşa ederken bugünün gençliğini sahih Kur’an algısıyla yetiştirmek zorundayız. Kur’an’ı bir dua ve musiki kitabı değil hayat kitabı olarak algılayıp “Yürüyen Kur’an” olan bir nesle ihtiyacımız vardır.
Kurs öğretmenlerimizin bu bilinçte olması gerekir. Sizde ne varsa onu verirsiniz. Hoca olarak bu heyecanı duymayan bir eğitimcinin vereceği de şekilden öteye gitmeyecektir.
Ayrıca eğitimde başarılı olmamız için çocuğun seviyesine inmeliyiz. Unutmayalım ki, o erişkin olmadı; ama biz çocuk olduk. Onun yaşlarında neler yaşadığımızı ve neler hissettiğimizi hatırlayıp ona daha iyi yaklaşabiliriz. Yoksa çocuklar bizi “anlamadığı bir dilden konuşan yabancı bir rehber” gibi görebilir.
Ayrıca bu eğitimde velilerimize de büyük görevler düşmektedir. “Kur’an kursuna gönderiyorum. Ben vazifemi yaptım” anlayışıyla gevşemek ve her şeyi kurs eğitiminden beklemek de, çokça düşülen bir yanlıştır. O küçükler, öğrendikleri her şeyi adeta bembeyaz bir kâğıda kaydediyorlar. Öğrenilenler, akşamları evde takviye edilmeli ki, hem anlatım kabiliyeti geliştirilmiş, hem de bilgileri pekişmiş olsun. (Musab Seyithan; “Yaz Kurslarında Eğitim Nasıl Olmalı?” http://www.ribatdergisi.com)
Şunu unutmamak gerektir ki, ebeveynlerin çocuklarına yardımcı olabilmeleri için, mükemmel olmaları gerekmez, ama samimi olmaları ve ilgi göstermeleri şarttır.
Ebeveynler olarak hem kendimizin, hem yavrularımızın ahireti için, evlerimizi Kur’an okulu haline getirmek zorundayız. Her şey kendi gayretimize bağlıdır. Bizler çaba ve gayret göstereceğiz ki; Rabbimizin, “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun” (Tahrim, 66/6) emrine kulak vermiş olalım. Rabbimiz de halimizi ıslah etsin ve neslimize sahip çıksın ve hidayete erdirsin.
Neticeyi kelam; talebe velisi ve kurs hocası olarak gayemiz; çocuklarımızı, dinî ve dünyevî vazifelerini hakkıyla yerine getirebilecek bir hale ulaştırmak olmalı.
adarselim@gmail.com