İnsanları birbirine muhtaç kılmak, sosyal dengeyi sağlamak, içtima-i hayatta müdaveleyi sağlamak ve yardımlaşma- dayanışma ve taksimu’l-iaşe ve tanzimu’l-işler için Cenab-ı Hak insanların maddî durumlarını farklı seviyelerde taksim etmiştir. Bu nedenle insanların imkânları ekonomik bakımdan eşit seviyede değildir. Çalışan ile çalışmayanları da ayırmak İlahi adalet’in gereğidir.

“Dünya hayatında insanların geçimliklerini biz taksim ettik. Bir kısmının diğer bir kısmını çalıştırması için kimini kimine derecelerle üstün kıldık” (Zuhruf, 43/32) ayeti bu gerçeği dile getirir. Böylece geliri dar olanlar, ihtiyaçlarını gidermek için başkalarının işinde çalışacak, geniş olanlar da işlerini gördürmek üzere başkalarını çalıştıracaktır.

Allah, kullarına tümüne birden rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.” (Şura, 42/27)

İnsanlar ekonomik refah ve sıkıntı durumlarının nedenini hep maddî sebepler çerçevesinde olduğunu düşünürler. Çünkü insanlar çalışmayla kazanma arasında doğru orantılı bir ilişki kurmak suretiyle maddî sebeplere bağlı olarak, gelirlerinin yüksek veya düşük olduğunu zannederek zengin veya fakir olduklarını söylerler. Bu düşünce elbette ki bir yönüyle doğrudur. Çünkü “İnsan, için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 53/39) ayeti hem maddî hem de manevî olarak çalışmaktan bahseder. İnsanlar çalışmalarının ölçüsüne göre ekonomik refah ve sıkıntı halleri yaşarlar. Ancak mesele bununla sınırlı değildir. Hadisenin bir de manevî yönü vardır.

İnsanların bazı davranış ve amelleri, Allah’ın hoşuna giderek rızıklarının genişlemesine sebep olabileceği gibi, diğer bazı davranışları da Allah’ın hoşuna gitmediği için daralmasına sebep olabilir. Çünkü Allah hiç bir ameli zayi etmez ve karşılıksız bırakmaz.

Kur’an-ı Kerim’in ifadesi şöyledir:

Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar. Onu beklemediği yerden rızıklandırır.” (Talâk, 65/2-3) ayeti bu gerçeği ortaya koyar.

Allah’ın mümine yaptığı ihsanlar bazen gözle görülemeyeceği bir şekilde malına bereket, kendine salih evlat, hastalıklar ile bela ve musibetleri defetmekle olur. Bazı zaman da gözle görülen bir ikram ve ihsan şeklinde olur. Hatta kul maddi sebeplere müracaat etmese de Allah ona ihsanda bulunabilir. Allah’ın, ibadethanede Hz. Meryem’e yaptığı ikram bunun bir misalidir.

Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu.

– “Meryem! Bu sana nereden geldi?” derdi. O da

– “Bu, Allah katından” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Âl-i İmrân 3/37)

Bu ikram ve ihsanın sebebi Hz. Meryem’in muttaki ve saliha bir kadın oluşu idi. Allah kullarının hoşuna giden davranışlarına karşılık, sebepli veya sebepsiz ikram ve ihsanlarda bulunabilir. Bunun aksine mümin günahlarla Allah’a karşı saygısızlık eder ve tövbe ederek durumunu düzeltmezse Allah da onu maddi sıkıntıya düşürür.

Kur’ân-ı Hakim;

“Benim zikrimden yüz çeviren için sıkıntılı bir hayat vardır” (Tâhâ, 20/124)

Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder” (Şura, 42/30) diye beyan eder.

Hz. Peygamber (sav)’de,

“Kişi günahı sebebiyle rızıktan mahrum olur.” (İbn Mace, Mukaddime 10),

“Zina fakirliği getirir.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/141)

“Yiyecek maddelerinde Müslümanlara karşı ihtikar (stokculuk) yapanı Allah cüzzam ve iflas ile cezalandırır.” (İbn Mâce, Ticâret 6) buyurmuştur.

Yüce Allah, günahlardan sakınan ve İslamî yaşantıya uygun hareket eden, yani emirlere intisab ve yasaklardan içtinab eden müminleri hem bu dünyada hem de ahirette mükafatlandırır. Bu bakımdan mümin verilen nimetlere şükreder ve cömert davranırsa Allah kulunun rızkını eksiltmez bilakis artırır. Bu artış ya Allah’ın malını bereketlendirmesiyle veya verdiğini aynen ya da daha iyisini vermesiyle olur. Bu durum Kur’an’da şöyle bildirilir:

“De ki: Doğrusu Rabbim, dilediğinin rızkını hem genişletir ve hem de ona daraltıp bir ölçüye göre verir. Sarf ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O, daha iyisini koyar” (Sebe, 34/39)

“Eğer şükrederseniz andolsun ki nimetlerimi arttırırım” (İbrahim, 14/7) ayetleriyle cömert ve sehavet sahibi ile şükreden kulun nimet ve rızkının artıracağını haber vermektedir.

“Eğer nankörlük ederseniz bilin ki azabım çok çetindir.” (İbrahim, 14/7) ayeti umumi olarak hem dünya hem de ahiretteki azabın şiddetli olacağını haber verir. Bu hem ferdi hem de toplumsal, yani memleket için geçerlidir. Çünkü bu hususta şöyle bir ayet vardır:

Allah, şöyle bir kenti misal verdi: Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan bolca rızık gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden yaptıklarına karşılık, Allah onlara şiddetli açlık ve korku ızdırabını tattırdı.” (Nahl, 16/112) ayeti de dünyevî cezalandırmanın nasıl olduğunu dile getirmektedir.

Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlerde cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır! O kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” (Al-i İmran, 3/180) ayeti ise bir ihtarı ilahidir.

Kur’ân, kendisine kitaptan ilim verilen kişi Kraliçenin tahtını göz yumup açıncaya kadar getirdiğinde Hz. Süleyman’ın (as) söylediği, “Bu, Rabbimin, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğimi ortaya çıkarmak üzere beni denemek için verdiği bir lütfudur” (Neml, 27/40) sözünü örnek göstererek lütufların da bir imtihan vesilesi olduğunu bildirmektedir.

İnsanın dünyada bulunmasının asıl gayesi Allah’a kulluktur. Kulluğun gereği ve ölçüsü de imtihanla belli olur. Bu nedenle insanın bu dünyaya gönderilmesinin bir hikmeti de imtihandır. Allah insanı çeşitli şekillerde imtihan eder. Bu bazen biraz açlık, biraz korku, biraz mal, can ve ürünlerden eksiltmek, bazen de ihsanda bulunmak, mal ve evlat vermek şeklinde olur.

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155),

“Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz.” (Âli İmran, 3/186)

Bilin ki mallarınız ve çoluk çocuğunuz birer deneme aracıdır. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.” (Enfâl, 8/28),

Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz.” (Enbiya, 21/35),

İmtihan bir ayırma, arındırma, insana seviye kazandırma işlemidir. Çünkü insan imtihanlarla saflaşır ve özüne döner. İnsan hayatı, imtihanlar sayesinde yeknesaklıktan kurtulur ve renklilik kazanır. Ruh imtihan gördüğü nispette olgunlaşır ve büyük işleri göğüsleyebilecek hâle gelir.

Bunun içindir ki, imtihan ile insanın dinî yaşantısında yani imanında, amelinde, ahlâkında, sabrında, Allah’ın taksimine rıza göstermesinde, Allah’ın verdiği veya aldığı nimetlere karşı şükretmesine vs. sadık olup olmadığı tespit edilir. İhlaslı hareket edenle, menfaatleri icabı işin içinde bulunanlar ortaya çıkarılır. Bu, tıpkı madenleri ateşe sokarak cürufla saf madeni ayırmak gibi bir işlemdir.

Bu itibarla mümin hem ekonomik bolluğu hem de darlığı ikrâm-ı ilâhî olarak değerlendirmelidir. Zira “derece-i hararet gibi her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp Allah’a şükretmeli.” (Nursî, Hakikat Çekirdekleri) Ekonomik sıkıntıyı her zaman kötü, refahı da iyi saymamak gerekir. Rızıkların bol olması her zaman Allah’ın hoşnutluğunu, dar olması da gazabını göstermez. Başımıza gelen her iyiliği ikram görüp sevinmek, kötülüğü de ceza görüp üzülmek doğru değildir. Bu noktada başımıza gelen hadiseleri, “Hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayır, hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara, 2/216) ayetinin ikazı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla bunları imtihanın bir çeşidi olarak görüp, iyilik ve ihsan geldiğinde şükürle, kötülük ve musibet geldiğinde ise sabırla karşılayıp, imtihanı kazanmaya çalışmak lazımdır. Bu müminlik vasfıdır, mümin böyle yapmalıdır.

Kâinatın Efendisi Habibullah (sav) nurlu beyanında şöyle buyurmaktadır:

“Müminin işi ne kadar hayret vericidir ve bu, müminden başkası için söz konusu değildir. Ona bir iyilik dokunduğunda şükreder, o onun için hayır olur, bir zarar dokunduğunda ona sabreder o da onun için hayır olur” (Müslim, Zühd, 64). Hadis-i şerifin vurguladığı gibi önemli olan husus, insanın başına gelen şeyin niteliği değil, müminin onu değerlendirmesidir. Bu meseleye çok güzel bir misal olarak Kur’an’da şu iki adamın misali verilmektedir.

Onlara şu iki adamı örnek ver: Onlardan birine iki üzüm bağı vermiş, bağların çevresini hurmalarla donatmış, ikisinin arasına da bir ekinlik koymuştuk. Her iki bağ da meyvelerini vermiş ve ürünlerinden hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. Bu iki bağın arasından bir de nehir akıtmıştık. Derken onun büyük bir serveti oldu. Arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki:

“Benim malım seninkinden daha çok. Adamlardan yana da senden daha üstünüm” dedi. Kendine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi:

“Bunun sonsuza değin yok olacağını sanmıyorum. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbime döndürülsem bile andolsun bundan daha iyi bir sonuç bulurum.”

Arkadaşı, ona cevap vererek dedi ki:

“Seni topraktan, sonra bir damla döl suyundan yaratan, sonra da seni (eksiksiz) bir insan şeklinde düzenleyen Allah’ı inkâr mı ediyorsun? Fakat O Allah benim Rabbimdir. Ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.”

“Bağına girdiğinde ‘Mâşaallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır’ deseydin ya!. Eğer benim malımı ve çocuklarımı kendininkilerden daha az görüyorsan, belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir. Seninkinin üzerine de gökten bir afet indirir de bağ kupkuru ve yalçın bir toprak hâline geliverir. Ya da suyu çekiliverir de (bırak bir daha bulmayı) artık onu arayamazsın bile.”

Derken bütün serveti helâk edildi. (Yıkılmış) çardakları üzerine çökmüş hâldeki bağına yaptığı harcamalar karşısında ellerini oğuşturuyor ve şöyle diyordu:

“Keşke Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım..”

Onun, Allah’tan başka kendisine yardım edebilecek kimseleri yoktu. Kendi kendini kurtaracak güçte de değildi.

İşte bu durumda velayet (himaye ve koruyuculuk) yalnızca hak olan Allah’a mahsustur. O’nun mükâfatı da daha hayırlıdır, vereceği sonuç da daha hayırlıdır.” (Kehf, 18/32-44)

İnsanlar bela ve musibetlerden şikâyet etme yerine bunları iyi değerlendirmeli kendisi için ne büyük ikrâm-ı ilâhî olduğunu görebilmelidir. Zira Allah bunları, onların günahlarına, kusur ve hatalarına keffâret saymak suretiyle müminlere ikram etmiş olur.

Hz. Peygamber (sav) Efendimiz:

“Müslümana isabet eden yorgunluk, hastalık, üzüntü, keder, ezâ, cefâ hatta diken batmasına varıncıya kadar her şeyle Allah onun günahlarını siler.” (Buhâri, Merdâ, 1),

“Müslümanlara dokunan bir musibet ve eziyetle Allah, tıpkı ağacın yapraklarının dökülmesi gibi onun günahlarını döker” (Buhârî, Merdâ, 2) buyurmak suretiyle bu hakikati dile getirmektedir.

Rızık darlığı da müminin hatalarından, günahlarından temizleyen böyle bir musibet olabilir. Mümin için rızkın daraltılarak fakirleştirilmesinin sebebi bazen hatalarından dolayı ona bir ikaz da olabilir. Zira insan yaptığı hatalardan dolayı genelde musibetlerle ikaz edilir. Bu aynen başkasının arazisine giren koyunlara çobanın taş atması gibidir. Dolayısıyla mümin bunu da Allah’ın kendisine bir rahmeti, bir ikramı olarak görmelidir.

Hz. Peygamber (sav):

“Kim rızkının artmasını ve ecelinin gecikmesini isterse akraba ziyareti yapsın.” (Buhârî, Büyu’ 13) hadisiyle bildirilmiştir.

Sıla-i rahim, Allah’ın çok değer verdiği bir ameldir. Sıla-ı rahimi terk etmek, Allah’ın hoşuna gitmeyen davranışlardandır.

Kutsi bir hadiste:

“Rahim, Rahman’dan bir daldır. Allah ona (hitaben) buyurmuştur ki, sıla-i rahim edene ben de rahmetimi eriştiririm, sıla-i rahimi kesenden ben de rahmetimi keserim” (Buhârî, Edeb 13) buyrulmaktadır. Bu hadis, biraz önce zikrettiğimiz hadisle birlikte düşünülürse buradan sıla-i rahmi kesenin rızkının daraltılacağı sonucu çıkarılabilir. Çünkü İlahi Kelam’da şöyle bildirilir:

“Demek siz eski halinize dönecek, yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak ve akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi? İşte bunlar Allah’ın kendilerini lanetlediği, sağırlaştırdığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir” (Muhammed, 47/22-23).

Biz buraya kadar rızkın ve nimetin artma veya eksilmesi ile ilgili olarak örnek teşkil etmesi bakımından insanın çalışmasına, davranış ve tutumuna, takva ve fıskına, şükür ve nankörlüğüne, cömertlik ve cimriliğine, sıla-i rahim ve sıla-i rahmi terk etmesiyle alakalı olarak izah etmeye çalıştık. Diğer iyilik ve kötülüklerinde rızkın üzerindeki etkileri iyi düşünülmelidir.

 

adarselim@gmail.com