Mi’rac; Arapça’da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek, en yüksek makam ve huzur-u İlâhî anlamındadır. Hz. Muhammed (sav) Efendimizin, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde Cenab-ı Hakk’ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu’cizesidir. Mi’rac meselesi, erkân-ı imâniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir ve erkân-ı imâniyenin nurlarından medet alan bir nurdur.
Mi’rac olayının iki aşaması vardır.
BİRİNCİ AŞAMA:
Hz. Peygamber (sav) Mescidül-Haram’dan Beytü’l-Makdis’e (Kudüs’e) götürülür. Bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını alır. Kur’an-ı Kerim’de;
“Ayetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.” (İsrâ, 17/1)
İKİNCİ AŞAMA:
Hz. Peygamber (sav)’in Beytü’l-Makdis’ten Allah’a yükselişi oluşturur. Mi’rac olarak anılan bu yükselme olayı Kur’an’da şöyle anlatılır:
“O ancak kendisine vahyolunanı söyler. Onu muazzam kuvvetlere, üstün bir akıl ve dirâyete sahip Cebrâil öğretti ki, kendisine gerçek sûretiyle görünmüştür. O, ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hattâ daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi kuluna vahyetti. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi onun gördüğü hakkında onunla mücâdele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki sûretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü ki, onun yanında Me’vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre’yi Allah’ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm, 53/4-18)
Beydâvî bu hususu açıklarken “Allah Teâlâ’nın “tedelli” etmesi, peygamberi her şeyi ile kendisine cezp etmesi/çekmesi demektir.” Biz bunu cezb değil, cezbin eseri ve istivâ gibi Hz. Peygamber (sav)’in vasfı olarak, çekilmek suretiyle yükselme manasında anlıyoruz ki bu da, yukarıdan aşağıya sarkmak değil, aşağıdan yukarıya çıkmak demektir. Görüldüğü gibi bununla da tam manasıyla mi’rac olayına işaret edilmiştir.
Allah’ın has kulu olan Hz. Muhammed (sav), istivâ ettikten sonra O, Rabbine öyle yaklaştı ki, bütün vasıtalar kaldırıldı ve Allah Ona doğrudan doğruya verdiği vahyi verdi. Yani Mi’râc’da her ne vahyetti ise Cibril’in dahi herhangi bir aracılığı olmaksızın vahyetti.
Müslim’in Sahih’inde “Resulullah (sav)’e üç şey verildi, beş vakit namaz, Bakara Sûresi’nin sonu (Amener resülü), ümmetinden şirke düşmeyenlere muhkimat yani büyük günahların mağfiret edildiği haberi” şeklinde bir rivayet mevcuttur.
Cenab-ı Hakk’ın;
“Gördüğünü gönül yalanlamadı”
“Gözü şaşmadı” buyurduğuna göre, bu görme işinin baş gözüyle olması gerekmektedir.
Buna göre âyetin mânâsı, “Gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı” demektir. Mirac gecesi, Cebrail, “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım muhakkak yanardım” dediği makamda kalmış, peygamber ondan ayrılıp daha ileri gitmiştir.
Müslim’in Sahîh’inde Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Sonra semavata yükseltildim tâ ki öyle bir makama çıktım ki orada kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.” Yani bir makama, bir seviyeye çıkarıldım ki kâinatın mukadderâtının nasıl cereyan ettiğine muttali oluyordum. (Yazır, M. H., Hak Dinî Kur’an Dinî, c.1)
Mi’rac olayı Hadis-i Şeriflerde çok ayrıntılı biçimde anlatılır. Şöyle ki:
Hz. Peygamber (sav), Kâbe’de Hatim kısmında ya da Hıcr’da yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü’l-Makdis’e getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberler tarafından karşılandı. Hz. Peygamber (sav) imam olarak onlara namaz kıldırdı.
Hz. Peygamber (sav), Beytü’l-Makdis’te kurulan bir Mi’rac’la ve yanında Cebrail olduğu halde semavata yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Musa ve yedinci katında Hz. İbrahim ile görüştü. Cebrail ile birlikte yükseliş Sidretü’l-Münteha’ya kadar sürdü. Cebrail (as):
“Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü’l Münteha’da kaldı. Hz. Peygamber (sav) buradan Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda Allah’ın huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların Cennet’e gireceği müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve beş vakit namaz farz kılındı. Refref ile Sidretü’l-Münteha’ya, oradan Burak’la Kudüs’e, oradan da Mekke’ye döndürüldü.
Mi’raca dair 31. Sözde Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin geniş izahatı var. Bu risalenin tamamının okunmasını tavsiye ederiz.
“Mi’rac, velâyet-i Ahmediyenin (asm) kerâmet-i kübrâsı, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risâlet mertebesine inkılâb etmiş. Mi’racın bâtını, velâyettir; halktan Hakka gitmiş. Zâhir-i Mi’rac, risâlettir; Hak’tan halka geliyor. Velâyet, kurbiyet merâtibinde sülûktur; çok merâtibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u âzam olan risâlet ise, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyâle kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: “Bir anda dönmüş, gelmiş.”
Cenâb-ı Hak bize gayet karibdir; biz O’ndan gayet derecede uzağız. Nasıl ki, güneş, elimizdeki ayna vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde her bir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle aynamız vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil, Şems-i Ezelî, her şeye her şeyden daha yakındır. Çünkü Vâcibü’l-Vücuddur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey O’na perde olamaz. Fakat her şey nihayet derecede Ondan uzaktır.
“Biz ona şahdamarından daha yakınız” (Kaf, 50/16)
ayetin ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla, hem Resul-i Ekrem (asm) gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vahidde yerine gelmesi sırrı bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem (asm) mi’racı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velâyetidir. Ehl-i velâyet, nasıl ki seyr ü sülûk-i ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecât-ı imaniyenin hakkalyakin derecesine çıkıyor. Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem (asm), değil yalnız kalbi ve ruhuyla, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letâifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velâyetinin keramet-i kübrâsı olan Mi’racı ile bir cadde-i kübrâ açarak hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mi’rac merdiveniyle Arşa çıkmış, Kab-ı Kavseyn makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billâh ve iman-ı bil’âhireti aynelyakin, gözüyle müşahede etmiş, Cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış. Bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar.
“Resul-i Ekrem (asm), nasıl ki Arz ahalisine inşikak-ı Kamer mu’cizesini göstermiş; öyle de Semavat ahalisine Mi’rac mu’cize-i ekberini göstermiştir.
Mâdem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acîbesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve a’mâl-i beşeriyenin netâic-i uhreviyesini irâe etmek istemiş; elbette âlem-i mubsırâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuât âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezâife medâr olan âlât ve cihazâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübârekini dahi tâ Arşa kadar beraber alması muktezâ-i akıl ve hikmettir.
Nasıl ki Cennette hikmet-i İlâhiye cismi ruha arkadaş ediyor; çünkü pekçok vezâif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medâr olan ceseddir; elbette o cesed-i mübârek, ruha arkadaş olacaktır. Mâdem Cennete cisim ruh ile beraber gider; elbette Cennetü’l-Me’vâ gövdesi olan Sidretü’l-Müntehâya urûc eden zât-ı Ahmediye (asm) ile cesed-i mübârekini refâkat ettirmesi aynı hikmettir.
İşte, mevcudâtın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir sûrette ifâ eden zât, elbette o Mi’rac-ı Azîm ile Kàb-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazîne-i rahmetini açacak, imânın hakàik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.
Elbette Mi’rac merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehâya, Arş’a ve Kàb-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.
Bu sırr-ı azîmin Dört Esası olan;
-
Mi’racın sırr-ı lüzûmu nedir? Hakikat-i Mi’rac nedir? Hikmet-i Mi’rac nedir? Mi’racın semerât ve faydası nedir? Gibi konularının geniş izahını ve aşağıdaki soruların mukni cevaplarını almak ve anlamak için okumak gerekir. İşte o sorular:
-
“Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum; nasıl Mi’raca inanacağım?”
-
“Nasıl inanayım? Herşeyden daha yakın bir Rabbe, binler sene mesafeyi kat’ edip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Onunla görüşmek ne demektir?”
-
“Ben semâvâtı inkâr ediyorum, melâikelere inanmıyorum, semâvâtta birinin gezmesine, melâikelerle görüşmesine nasıl inanayım?”
-
“Bin müşkülât ile tayyâre vâsıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’ eder, gider, gelir?”
-
“Haydi, çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse yeter.”
-
“Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’ etmek aklen muhâldir.”
-
“Her mümkün vâki’ olmuyor. Bunun emsâli var mı ki kabul edilsin? Emsâli olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?” İyi anlayamıyorum.
ÜÇ MÜHİM MÜŞKÜLÜM DAHA VAR:
-
“Birincisi: Şu Mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur?
-
“İkincisi: O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz, ‘Kâinat, onun nurundan halk olunmuş. Hem, kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir.’ Bu ne demektir?
-
“Üçüncüsü: Sâbık beyânatınızda diyorsunuz ki, ‘âlem-i ulvîye çıkmak, şu âlem-i arziyedeki âsarların makinelerini, tezgâhlarını ve netâicinin mahzenlerini görmek için urûc etmiştir’ Ne demektir?” (Nursî, rnk, 31. Söz)
(S. Adar, Üç Aylar ve Ramazan, eserimden)
adarselim@gmail.com