Bir şey parlamak, aydın olmak, bir şeyden kaçmak anlamındaki “n-v-r” kökünden türeyen nûr; aydınlık, ışık, ziya demektir. Zulmetin zıddıdır. Çoğulu envârdır. Nur; her çeşit zulmetin zıddı olan aydınlık, Kur’ân-ı Kerim, İman, İslâmiyet ve Peygamber anlamlarına da gelir. Etrafı aydınlatan, nur saçan anlamını taşıyan nur-efşân; zulmeti def eden,  şule, ışık  demektir. Kur’ân’da nûr, zulumâtın, karanlıkların zıddı olarak (En’am, 6/1) kullanılmıştır.

Nur; dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki çeşittir.

a) Dünyevi olanı da ikiye ayrılır:

1- Envar-ı İlâhiyeden intişar eden nurdur. Akıl ve Nur-u Kur’an gibi.

2- Görmekle hissedilir ki, nurlu cisimlerden ibarettir, güneş, ay ve yıldız gibi.

b) Uhrevî Nûr: Müminlerin âhirette manevi ışığı, aydınlığıdır.

Ayette

“Onların nurları önlerinden ve sağlarından aydınlatır, gider. “Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü senin her şeye hakkıyla gücün yeter” derler.” (Tahrim, 66/8)

Nur kelimesi, Kur’ân’da 43 âyette geçmiş ve İslâm (Tevbe, 9/32); Kur’ân (A’raf, 7/197), îman (Bakara, 2/257), Peygamber (Nûr, 24/35), adalet (Zümer, 39/69), hak (Bakara, 2/257), günün aydınlığı (En’âm, 6/1), ayın ışığı (Nuh, 71/16), âhirette müminlerin ışığı (Hadîd, 57/12), beyan, açıklama (Mâide, 5/44) anlamlarında kullanılmıştır. Bir âyette Allah’ın, yer ve göklerin nuru olduğu bildirilmiştir (Nûr, 24/35). Yeri, gökleri ve içindekileri nurlandıran, aydınlatan Allah’tır. “Yer Rabb’inin nuru ile parladı.” (Zümer, 39/69), “Görmediniz mi Allah nasıl yeri, göğü birbiri üstünde tabaka tabaka yarattı ve ayı bunların içinde nur yaptı, güneşi de bir lamba yaptı.” (Nuh, 71/15-16) âyetleri bu gerçeği ifâde eder.

Her şeyin zuhuru, ortaya çıkışı Allah’ın izharıyla, maddî veya mecâzî anlamda nurlandırmasıyladır. Nurun yokluğu karanlıktır. Varlıklarda nur’un yokluğu, o varlığın yokluğu demektir. Varlıklara nurunu veren nur-nurlandırıcı olan Allah’tır. Nur-zulmet, ilim-cehalet, hidayet-dalâlet, iman-küfür, aydınlık- karanlık, varlık-yokluk gibi zıtlıklar sayılabilir. Her nur bir zulmeti giderir ve bir hakikati gösterir.

Ayette

“Allah göklerin ve yerin nurudur (onları varlık nuruna kavuşturandır)” (Nur, 24/35) ferman edilir.

Kâinatı bir büyük ağaç kabul ettiğimizde; bu büyük kâinat ağacının da bir çekirdeğinin, bir hamurunun, bir özünün, bir tohumunun olması ve bu tohum ve çekirdek üzerine koca kâinat ağacının bina edilmesi, başka bir ifadeyle bu koca kâinat ağacının her zerresinde ve her hareketinde bu çekirdekten bir nurani boya bulunması Allah’ın hikmetinin ve âdetinin bir gereğidir.

Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir ki, Allah her şeyden evvel, Kendi nûrundan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nurunu yaratmıştır. (Kastalânî, Mevâhibü’l-Ledünniye)

Demek kâinâtın hamuru, Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru ile yoğrulmuştur.

“Ey Habîbim!. Sen olmasaydın, felekleri (kâinatı) yaratmazdım!” (Keşfü’l-Hafâ) hadis-i kudsi de belirtilen hakikat, âlemlerin bir nur çekirdeğinden yaratılmış olduğu hakikati anlaşılmaktadır. Bu nur çekirdeğin âlemler için, kâinat için ehemmiyet derecesi böyle bildirilmiştir. Yani, önce kutlu ve nurlu bir çekirdeğin yaratıldığı, ardından bu çekirdeğin üzerine âlemin bina edildiği ifade edilmiştir. Çünkü “Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (sav) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi (meyvesi) olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.” (Mesnevi-i Nuriye, Habbe)

TIKLA  OKU:  NÛRU MUHAMMED  (SAV)  (ŞİİR)  

İşte Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm İslâmiyet meyvesini, Kur’ân şuurunu ve Sünnet-i Seniyye aklını kâinatın başına geçirmiştir. Böylece kâinat ağacı en olgun meyvesini vermiştir. Demek İslâmiyet ile kâinat ruh ile beden gibidir. Kur’ân ile kâinat şuur ile vücut gibidir. Sünnet-i Seniyye ile kâinat akıl ile insan gibidir. Nitekim Üstad Bedîüzzaman’a göre, Muhammed (sav)’in maddî ve mânevî hayatı, kâinatın ruhundan süzülmüş bir öz hükmündedir. O Zatın peygamberliği, kâinatın his, şuur ve aklından süzülmüş en arı bir özdür; kâinatın şuurunun şuurudur ve nûrudur. Kur’ân’ın vahyi de, kâinatın hayatının rûhudur, kâinatın şuurunun aklıdır.

“Eğer kâinattan risâlet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.” (Lem’alar)

“Arşı su üzerindeydi.” (Hud, 11/7)

“Allah vardı ve onunla birlikte başka hiçbir şey yoktu. Arşı da su üzerindeydi.” (Buharî) 

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin izahı şöyle ki ayet ve hadiste ifade edilen

ﻭَ ﻛَﺎﻥَ ﻋَﺮْﺷُﻪُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻤَٓﺎﺀِ

madde-i esîriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk’ın Arş’ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır.

Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır. Sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip “zebed” köpük kesilmiştir; sonra Arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla herbir arz için hava-i nesimîden bir sema hâsıl olmuştur.

Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat in’ikad etmiş, vücuda gelmiştir. (İşarat-ül İ’caz)

Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.

“Allah vardı, varlık yoktu. O gizlilik ve bilinmezlik içinde idi. Henüz arşı da su üzerinde değildi. Sonra arşını su üzerinde yarattı.” (Buhari; Tirmizi)

Hz. Cabir (ra) anlatıyor:

– Ey Allah’ın Resulü!. Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz? diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Ey Cabir!. Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı.”

“Allah mahlûkları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı.”

“Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü:

Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.”

“Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü:

Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.”

“Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü:

Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan -mârifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedur-Resulüllah nurunu) yarattı.” (Bkz. İmam Ahmed, Müsned; Hâkim, Müstedrek; İbn Hibbân, el-İhsân; el-Leknevî, el-Âsâru’l-Merfû’a; Kastalânî; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ)

Sonuç olarak şöyle formülüze edebiliriz:

Nur > Esir > Cevahir-i ferd > Kâinat (Semavat ve arz) yaratılmıştır.

TIKLA   OKU:   HZ.  MUHAMMED   (ASV)   (ŞİİR) 

 

adarselim@gmail.com