Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyâtlarının neticesi olan havârik-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyâre, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevkî almışlar. Elbette umum nev-i beşere hitâb eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir.
Birincisi: Mu’cizât-ı enbiyâ sûretiyle.
İkincisi: Bâzı hâdisât-ı tarihiye sûretinde işaret eder.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyâları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pîşdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye sûretinde dahi, o enbiyânın herbirisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor. İşte, enbiyâların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizâtlarından bahis dahi, onların nazîrelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmâm ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yûsuf’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate latîf bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor.
Mâdem Kur’ân’ın herbir âyeti, çok vücûh-u irşâdî ve müteaddit cihât-ı hidâyeti olduğunu, ehl-i tahkik ve ilmi belâgat ittifak etmişler; öyle ise Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiyâ âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, çok maâni-i irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor, en ileri gàyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gàyeye sevk ediyor. Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının aynası olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır. Şimdi misâl olarak o çok vâsî menbadan yalnız birkaç numunelerini beyân edeceğiz.
Meselâ, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshîr-i havayı beyân eden “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayerân ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” âyeti, yani “Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik ki, sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alırdı” (Sebe, 34/12) haber verilmektedir. Bu âyet, şimdiki hal-i hazır tayyâreden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tâyin etmiştir. Çünkü “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayerân ile (uçak olmadan) iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer, mâdem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş!.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisâniyle mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için, havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bâzı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Eğer desen: “Mâdem Kur’ân, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remz ile, hafî bir îmâ ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtar ile iktifâ ediyor?”
Elcevap: Çünkü, medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zîrâ, Kur’ân’ın vazife-i asliyesi daire-i Rubûbiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârik-ı beşeriyenin o iki dairede hakları yalnız bir zayıf remz, bir hafif işaret ancak düşer. Çünkü, onlar daire-i Rubûbiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.
Meselâ, tayyâre-i beşer Kur’ân’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevkî ver.” Elbette o daire-i Rubûbiyetin tayyâreleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân nâmına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevkî alabilirsin.” Eğer beşerin tahte’l-bahirleri, âyât-ı Kur’âniyeden mevkî isteseler, o dairenin tahte’l-bahirleri, yani, bahr-i muhît-i havaîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.” Eğer elektriğin, parlak, yıldız-misâl lâmbaları, hakk-ı kelâm isteyerek, âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü zînetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyâna girebilirsin.”
Eğer havârik-ı medeniyet, dekàik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara, “Susunuz!” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zîrâ sizlerdeki, beşerin cüz-i ihtiyârıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nâzik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nâzenin cihazlar kadar acîb olamaz. Çünkü “Ey insanlar! Size bir misal verildi. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de.” (Hac, 22/73) âyeti sizi susturur.” (Nursî, B.S. rnk, Sözler, alıntıdır.)
adarselim@gmail.com