Bir toplumun birçok ferdi aslında aynı düşünce, aynı gaye ve aynı maksatta olmasına rağmen, karşı tarafı iyi dinlemediği ve anlayamadığı ya da ön yargılarından kurtulamadıkları için, diğer insanları anlayamaz ya da yanlış anlarlar. Sonuçta bir kavgaya tutuşurlar, ama neden ve niçin, faydası var mı, zararı nedir? Bu kavga da niye oluyor, hiç düşünmezler.
Aslında bu problemin giderilmesi için insanların ön yargısız ve iyi niyetle birbirini dinlemesi ve birbirini anlamaya çalışmaları gerekir. İstek aynı fakat söylem farklı. Aynı gemide yolcu ama naraları birbirinden çok farklı. Avazlarında ki mana aynı fakat söylem dili farklı.
Hz. Mevlânâ Mesnevî’ye “Dinle!” sözüyle başlamıştır. Bizde ondan bir hikâye dinleyelim:
Mesnevî’nin ikinci cildindeki “Üzüm Yemek İsteyen Fakat Dil Probleminden Dolayı Anlaşamayan Ve Kavga Eden Dört Kişinin Hikâyesi” bu konuya güzel bir örnek teşkil etmektedir. Şöyle ki:
“Bir adam dört kişiye bir miktar para verdi. Bu para ile işinize yarayanı alın!” dedi.
Dört kişiden biri;
– “Bu parayla engür alalım” dedi.
Öbür arkadaşı Arap idi.
– “Hayır!” dedi. “Ben engür istemem, ineb isterim.”
Onlardan üçüncüsü Türk idi.
– “Ben ineb istemem, üzüm isterim” dedi.
Dördüncüsü Rum idi, dedi ki;
– “Bırakın bu lafları!. Biz bu para ile istafil alalım.”
(İstafil Rumca, ineb Arapça, engür de Farsça üzüm demektir)
Derken dört kişi birbirleri ile çekişmeye, dövüşmeye başladılar. Çünkü adların anlamından haberleri yoktu, gafil idiler. Onlar ahmaklıklarından, birbirlerini yumruklamaya koyuldular. Çünkü bunlar bilgiden boş, bilgisizlikle dolu idiler.
Orada yüzlerce dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları uzlaştırır, barıştırırdı. Onlara derdi ki:
– “Ben bu para ile hepinizin istediğini yerine getiririm. Hiç bir art düşünceye kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana teslim edin. Bu paranız istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de muradınıza erersiniz. Dört düşman uzlaşır, anlaşır ve birleşir. Sizin her birinizin sözü ayrılığa, kavgaya, savaşa sebep olur. Fakat benim sözüm sizleri uzlaştırır, birleştirir.”
Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözleriniz farklı ama manaları bir. Sözlerinizin farklılığı kızgınlık ile sizi kavgaya, savaşa götürmekte. Maksadınız bir olduğu için sizler birbirinizi severek ve anlayarak tek düşünce, tek yürek ve tek bilek olabilirsiniz. Ne yazık ki; Türk, Arab, Fars ve Rum’un kavgasından üzüm, ineb, engür ve istafil şüphesi çözülemedi. Mana dillerini bilen bir Süleyman lazım ki, bu ikilik ortadan kalksın.”
Süleyman’ın adalet devrinde ceylan, kaplan uzlaşmış, savaşı bırakmıştı. Güvercin doğan’ın pençesinden emin idi. Koyun da kurttan çekinmiyordu. Süleyman, kuşların arasında birlik husule getirdi. Sen bir karıncaya benzersin, tane toplamak için koşup durmaktasın. Ey azgın, hakikati düşünmeyen adam!. Süleyman buracıkta sen ne arıyorsun?
Tane arayana tane tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem Süleyman’ı bulur, hem de taneyi elde eder. Bu ahir zamanda kuşlara (aynı din kardeşi olan insanlara) fitne ve fesat yüzünden bir an bile birbirlerinden aman yoktur. Amma velakin devrimizde Süleyman var, bizi sulha kavuşturur, barışı sağlar ve zulümleri giderir. (Mevlânâ, Mesnevî, MEB Yay. c. 2, beyit: 3685-3705, s. 283-285)
İşte size Süleyman; Kur’an ve Sünnet.
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ۟
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurat, 49/10)
Üstad Bediüzzaman hazretleri “Lem’alar” adlı eserinde şöyle bildirir:
Habib-i Ekrem (sav) ferman etmiş:
– “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim.” (Tirmizî; Müsned) Çünki Sünnet-i Seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.
İşte bu sırra binaendir ki; Kitab ve Sünnete ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.” (Nursî, rnk; Taberanî, Mu’cemu’l-Evsad; Ebu Davut; Müsned)
İmam Malik eserinde naklettiği bir rivayete göre Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
– “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab’ı ve Resûlünün sünneti.” (Muvatta)
Resûlüllah (sav), Kur’an ve sünnetin ehemmiyetini beraberce vurguladığı bir hadislerinde;
– “Size Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti olmak üzere iki şey bıraktım. Onlara sıkı sıkı sarıldığınız müddetçe ebediyyen sapıklığa düşmezsiniz” (Hâkim, el-Mustedrâk) buyurur.
“Bütün müttakiler/günahlardan kendini muhafaza edenler, Muhammed’in âlidir/ehl-i beytidir.” (Kenzü’l-Ummâl; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid)
“Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.” (İbn Mace; Münzirî, et-Terğib ve’t-Terhib; Taberanî; Kenzi’l-Ummal; Heysemî, Mecmau’z-Zavaid)
Veda Hutbesinde “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: Biri Kitabullah / Kur’an, biri Âl-i Beytim.” (Tirmizî; Müsned)
Bu hadiste ki, “âl-i beyt” ile “sünnet” arasında sıkı bir ilişki vardır. Sünnetin asıl taşıyıcıları Hz. Ali (ra) ve onun riyaset ettiği ve neslinin başını çektiği Ehl-i sünnet âlimleridir. Allah’ın Kitabına uyan her Müslüman, Âl-i Beyt’i sevecek, Âl-i Beyt’i seven her Müslüman’da Allah’ın Kitabı’yla amel edecektir. Bundan dolayı, Âl-i Beyt’i seven bir mümin, Kur’ân-ı Kerim’in ihtiva ettiği bütün inanç esaslarına iman ettiği gibi, gerek ahlâka, gerekse ibadete dair bütün hükümlerine de inanacak ve onları hayatına uygulayacaktır.
“Size iki şey bırakıyorum. (Bunlara tutunursanız) asla dalalete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve sünnetim. Bu ikisi (kıyamette) havza kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir.” (Hâkim)
Yine Hz. Peygamber (sav) buyurdular ki:
– “Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. İlki, Allah’ın Kitabı’dır. Semâdan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim’dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelinceye kadar asla birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün.” (Tirmizî; Sahih-i Müslim; Müsned-i Ahmed; Et-Tabakat-ül Kübra; El-Cami-üs Sağır; Mecm-üz Zevaid; Kenz-ül Ummal)
Ebu Hüreyre’nin bir rivayetinde Efendimizin şöyle buyurduğu nakledilir:
– “Kim bana itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan ederse muhakkak ki Allah’a isyan etmiştir.” (Sahih-i Buhari Muhtasarı; Sahih-i Müslim; Buhârî; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi)
Asıl söz Kur’anındır. Zira söz odur ve ona derler ve söz onundur. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur. Onun için Kur’an-ı Azimüşşan, Kitab-ı Kerim, Kur’an-ı Hakim’deki emirleri dinleyelim, o ne söylüyor:
* “Ey Peygamber! Sana ve sana tabi olan mü’minlere Allah yeter.” (Enfal, 8/64)
* “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ali İmran, 3/31)
* “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” (Ali İmran, 3/32)
* “Allah’a ve Peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin.” (Ali İmran, 132)
* “Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokar.” (Nisa, 4/13)
* “Kim Allah’a ve Resûlüne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na karşı gelmekten sakınırsa, işte onlar başarıyı elde edenlerin ta kendileridir.” (Nur, 24/52)
* “Ey iman edenler!. Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin. (Maksat Kur’an ve Sünnete göre çözüme kavuşturulmasıdır) Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa, 4/59)
* “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa, 4/69)
* “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 4/80)
* “Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve Allah’a karşı gelmekten sakının.” (Maide, 5/92)
* “O hâlde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (Enfal, 8/1)
* “Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve (Kur’an’ı) dinlediğiniz hâlde ondan yüz çevirmeyin.” (Enfal, 8/20)
* “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Resûle itaat edin ki size merhamet edilsin.” (Nur, 24/56)
* “Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz de gücünüz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 8/46)
Sonuç olarak; dinimizin iki ana temel kaynağı vardır. Kur ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (sav) Efendimizin sünneti. Sadece Kur’ân ile dinin emirlerini yerine getirmek mümkün değildir. Kur’ân’ın hayata geçirilişi, nasıl yaşanacağı da Hz. Peygamber (sav) tarafından gösterilmiştir. Resûlüllah (sav)’in, bir Müslüman olarak nasıl yaşadığını gözardı eden kişinin hakiki bir Müslüman olarak yaşaması mümkün değildir.
adarselim@gmail.com