Yüce Allah bir gün Hz. Musa (as)’a şöyle nida eder:
– “Ya Musa! Filân yerdeki çeşmenin başına git, bir yere gizlen ve bekle!. Sana bir sır bildireceğim.”
Hz. Musa emredilen yere gider, bir yere gizlenir ve beklemeye başlar. Az sonra atlı bir adam gelir, atından iner, su içip atını da sular ve tekrar atına binip yoluna devam eder. Fakat “kemere bağlı para kesesi”ni çeşmenin başında unutur. Çok geçmeden bu sefer bir çocuk gelir, o da çeşmeden su içer ve yolcunun unuttuğu “altın kesesi bağlı kemeri” alıp gider. Biraz sonra da yaşlı bir zat gelir, çeşmeden su içer ve dinlenmek için bir kenara oturur.
Derken altın keseli kemeri unutan adam geri gelir, atından iner telaşlı bir şekilde sağa sola bakar ama keseyi bulamaz. Sonra ihtiyar adama yaklaşır:
– “İhtiyar!. Az önce bu çeşmenin başında üzerinde altın kese olan kemerimi unuttum, onu gördün mü?” diye sorar.
Adam görmediğini söyler. Atlı adam çok sinirlenir ve:
– “Be adam burada senden başka kimse yok, onu kesinlikle sen aldın ve bir yere sakladın, çabuk onu bana ver” diyerek bağırmaya başlar.
Yaşlı adam her ne kadar kemeri görmediğini söylese de, adam ona inanmaz ve onu vurup öldürür.
Tabi bu durum karşısında Hz. Musa çok şaşırır ve bu sırrın mahiyetini öğrenmek için Cenab-ı Hakk’a ilticada bulunur. Cenab-ı Hak meselenin iç yüzünü şöyle izah buyurur:
– “Ya Musa!. Kemeri alan çocuğun babası daha evvel o atlı adamın hizmetinde çalışmıştı. Fakat atlı adam onun hakkını vermemişti. Çocuk altın dolu keseyi alıp gitmekle babasının hakkını almış oldu. Yaşlı adam ise, seneler evvel o atlı adamın babasını öldürmüştü, atlı adam da onu öldürmekle babasının kısasını yerine getirmiş oldu.”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Kader Risalesi adlı 26. Söz’de şöyle der:
“Kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle (hırsızlıkla) mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık (hırsız) değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir.”
Merhum Kırkıncı hocamdan dinlediğim “Hayatım ve Hatıratım” adlı eserinde de yer alan şu ibretli hadiseyi dikkatinize sunmak istiyorum:
Yıl 1973 Risale-i Nur dersleri yaptığımız için medresemize baskın yapıp, karakola götürdüler, oradan adliyeye sevk ettiler, hâkim bizi tutukladı. Dört aydan fazla hapis yattık. Hapiste bulunduğumuz bu zaman içerisinde mahkûmlara Kur’an-ı Kerim okuttuk, Risale-i Nur dersleri yaptık, birçok insanın namaz kılmasına vesile olduk. Hapishanede bir huzur havası oluştu.
Yine bir gün Kader Risalesi’nden ders yaparken yukarıdaki bölümü okuyup izah ettik. Bunun üzerine bizimle aynı kovuşta yatan Horasanlı Abdulgafur bey ayağa kalktı ve şöyle dedi:
– “Hocam bu dersin hatırı için Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği bir sırrımı açıklayacağım. Ben Trabzon’da askerdim. Bölük komutanımız beni çok seviyordu. Ben de onun sevgisinden istifade ederek: “Komutanım, bana izin ver, köyüme gidip geleyim” dedim. Komutan:
– “Peki git. Ama yakalanırsan firari sayarım. Yakalanmazsan hiç kimse duymaz” dedi.
Aynı gece yola çıktım. Niyetim köyümüzdeki düşmanımı öldürmekti. Köyüme geldim, düşmanımı öldürdüm ve tekrar bölüğüme döndüm. Hiç kimse o adamı benim öldürdüğümü görmedi ve bilemedi.
Daha sonra terhis olup köyüme döndüm. Aradan uzun seneler geçmişti. Bir gece Horasan’dan köyüme gidiyordum. Köyün civarında bir araba soymuşlar. Bu işi kimin yaptığını araştırırken, benim o gece köye geç girdiğimi öğrenmişler. Bu olaydan dolayı bana “on dört yıl hapis” verildi. Fakat benim ne arabadan, ne de hırsızlıktan hiç haberim yoktu.”
Abdulgafur Efendinin anlattıkları karşısında herkes şaşırdı. Bediüzzaman Hazretlerinin bu ifadeleri daha da net anlaşılmış oldu.
Şu yaşanan vak’a da ibretli sırlarla doludur.
“Allah’ın İşine Karışmam”
Adamın biri bir gün hamama gitmiş. Gözü hamamda dolaşan, milletin ayakları altında ezilen hamam böceklerine takılmış.
– “Ey Yüce Allah’ım!. Hikmetinden sual olunmaz, ama ne diye şu hamam böceklerini yarattın?” diye söylenmiş.
Aradan haftalar geçmiş. Ağır hasta olmuş. Hastalığı artık dayanamaz hale gelmiş. Adam tanıdığı ne kadar doktor varsa hepsine muayene olmuş fakat derdine bir çare bulamamışlar. O devrin hekimlerinden birini daha duyup ona gitmiş. Hekim:
– “Senin bu hastalığının ilacı kırk tane iri hamamböceğini bir okka maydanozu yağ ile kavurup üç gün, sabah akşam yiyeceksin, bak hastalığından eser kalmayacak” demiş.
Adam hemen uşağını hamama gönderip, hamam böceği toplattırmış. Hekimin söylediğini yapmışlar. Hakikaten adam tamamen iyileşmiş. İyileştikten sonra bir iş gereği deniz yolculuğuna çıkmış. Gemi güzel güzel ilerlerken birden fırtına kopmuş. Dev dalgalar gemiyi sanki bir fındık kabuğu gibi oradan oraya savurmaya başlamış.
Kaptan yolculara seslenmiş:
– “Bu fırtınaya dayanamayız. İşimiz Allah’a kaldı!. Herkes dua etsin, belki yüce Allah halimize acır, fırtınayı durdurur.”
Bunun üzerine yolcular bildikleri bütün duaları okumuşlar. Kimisi adaklar adıyor, kimisi eğer kurtulursa yüzlerce fakiri doyuracağını söylüyormuş. Ama adam bir köşeye sinmiş ne konuşur, ne kaçışırmış. Yolculardan biri, onun bu sakin halini fark edip:
– “Yahu, gemi batıyor ama bakıyorum hiç dengini bozmuyorsun” deyince adam:
– “Aman evlâdım, ben Allah’ın işine karışmam, bir defa karıştım bana kırk hamamböceği yedirdi. Gemi O’nun, ister batırır, ister çıkarır” demiş.
adarselim@gmail.com
(S. ADAR; Kadare İman eserimden)