Ruh; “zîhayat, zîşuur, nurânî vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Ruh, hakim bir cevher-i mücerred ve bir latife-i Rabbaniyedir. Ebedidir, fakat ezeli değildir. Ruh bizatihi kaimdir, fakat hadis ve mahluktur.
Şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkasıyla, dâimâ bakîdir. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız bekà ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünkü, ruh dahi Kur’ân’ın nassı ile, “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ Sûresi: 85.) ferman-ı celîli ile âlem-i emrden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir nâmus-u zîhayattır ki, kudret-i ezeliye ona vücud-u haricî giydirmiştir.” (Nursî, B. S, Sözler)
“Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi Âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir, bir seyyâle-i lâtifeyi o cevhere sadef etmiştir.” (Nursî, B. S, Mektubat)
Beden ülkesinin sultanı olan ruh, nurani, şuurlu, diri ve harici vücut sahibi bir varlıktır. Beden ülkesinde ruh, sahip olduğu maddî ve manevî cihazlarıyla işler yapar.
Şuuruyla fark eder,
Aklıyla anlar,
Vicdanıyla tartar, karar verir,
Hayaliyle planlar yapar,
Hafızasıyla bilgi depolar,
Kalbiyle sever.
Ruhun sayılamayacak kadar çok kabiliyetleri vardır. Bunların bir kısmı da maddî uzuvlarla ortaya çıkar.
Beden, ruhun ülkesidir. Bu ülkede ruh sultanı hükmeder. Vücuttaki bütün azalar, duygular ve bedendeki bütün hücreler ruhun tasarrufundadır. Ruh bedenin tamamını idare eder. Bedenin her yerinde mevcuttur, bölünmez ve parçalanmaz. Ruh, tecezzi ve inkısam etmez; yani ruh, insan bedenini bölünmeden ve parçalanmadan idare eder. Eli çalıştırır, ayağı yürütür; gözden bakar; dilden söyler, kulaktan işitir, yani, bütün azalarda tasarruf eder. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür. O, bizatihi kâimdir, dâimdir. Herhangi bir uzvu kesseniz, ruha hiçbir noksan ve zeval ârız olmaz. Cesede fena ve yokluk da arız olsa, o yine varlığını devam ettirir.
Ruh için beden ülkesinde uzak- yakın farkı da yoktur, bütün ihtiyaçlara aynı anda cevap verir ve onları bir anda idare eder. Aynı anda eli çalıştırır, ayağı yürütür, gözden bakar, dilden söyler, kulaktan işitir, yani bütün âzâlarda tasarruf eder. Herhangi bir uzvu kesseniz, ruha hiçbir noksan ve zarar veremezsiniz. Çünkü ruh bedene dâhil olmadığı gibi, hariç de değildir; bitişik olmadığı gibi, ayrıda değildir.
Bu hakikata misâl:
Bilindiği gibi, elektrik, ziyâya dönüştüğü avizeye dâhil olmadığı gibi, hariç de değildir. Hariç değildir; çünkü elektriğin ışığı onda tezahür etmektedir. Dâhil de değildir; zira avize kırıldığında, onun parçalarında elektrik bulunmaz.
Bir başka misâl:
Bir fabrikadaki bütün âlet ve çarkları çalıştıran elektriktir. Elektrik, kesilince, faaliyetin duracağı muhakkaktır. Cereyan, o fabrikaya vücud veren maddelere dahil değildir. Zira aynı fabrikanın çarklarında elektrik yoktur. Ancak, fabrikayı çalıştıran o olduğundan, elektrik o âlet ve çarkların haricinde de değildir. Çünkü fabrikaya hareket veren odur. (M. Kırkıncı, Ruh Nedir?)
Herkesin “ben” dediği, “benim” diye hitap ettiği, kendi ruhudur. Yunus Emre’nin “Bir ben vardır, bende benden içeru” ve “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” sözleri ruh hakikatini göstermektedir. Beden ülkesinde bulunan azalar için; benim dilim, elim, kolum, başım, kulağım, ayağım, ciğerim, kalbim vs. bu beden ülkesinde bulunan bütün aza ve cihazların ruha ait olduğunu her insan bilir. Çünkü bedene canlılık veren ruhtur. Ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bilindiği gibi, bir saray, ne onu meydana getiren taş, tuğla, çimento, demir, vs. için; ne de şekli, tezyinatı ve boyası için yapılır. O, ancak, içinde oturacak bir sultan için hazırlanır.
İnsan bedeni de hücreler için değil, vücut sarayında oturacak efendi / sultan için yapılmıştır. O sultan ise ruhtur. Bir ülke sultanının çeşitli bakanlara ihtiyacı olduğu gibi, Ruh sultanının da çeşitli vezir / bakanları elbette ki olacaktır.
İşte RUH SULTANININ;
Akıl, sadrazam ve müsteşarı,
Kalp, arş ve kürsüsü, aynı zamanda muhabbet merkezi,
Vicdan, Şeyhü’l İslamı, yani karar ve hükümlerin temyiz mahkemesi ve yeri,
Hayali, strateji geliştirme merkezi,
Hafıza, bilgi arşivi,
Şuur, müsteşarı,
Kulaklar, sultanın habercileri, yani radarı,
Gözler, bekçileri, şehadet âlemine açılan penceresi,
Dil, sultanın tercümanıdır.
Eller, (tebaasını kuşatan) kanatları,
Ayaklar, postacılarıdır.
Akciğer, (hayatın kaynağı) nefes yeri,
Gönül, şefkat ve merhamet kaynağı,
Dalak ve böbrekler (kendisine yönelen tehlikeleri bertaraf eden) tuzakları ve savunma mekanizmasıdır.
Kur’an-ı Kerim, ruhun alem-i emirden gelen bir kanun olduğunu ve mahiyetini ancak Allah’ın bileceğini ve bu konu hakkında insanlara çok az şey bırakıldığını Hz. Peygamber (sav) hitaben şöyle beyan eder:
“Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir / Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.” (İsra, 17/85)
Ruh sultanı; beden ülkesinin maddî aza ve cihazlarıyla iş görürken, manevî duygu ve latifeleriyle de işlerini yürütmektedir. Ruh bu alemde varlıkları hissedip anlamak için, her zaman vücuttaki organları kullanmaya muhtaç değildir. Çünkü rüyada, göz, kulak, el, ayak gibi organları kullanmadığı halde görüp işittiği ve tutup yürüdüğü vakidir. Rüya gören her insan bunu bilir.
“Ruh bir hükümdar, beden ise, onun tasarruf ettiği büyük bir ülke, yahut ikâmet ettiği bir hanedir” diye ifade eden İmam-ı Gazali yine; “Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san’at erbabı ve işçileri gibidir. Şehvet, maliye müdürü, gazab, emniyet amiri, ruh ise, bu şehrin padişahı, akıl da padişahın veziridir. Akıl ve fikir yol gösteren müsteşarları ve vezirleri gibidir. Padişahın, bunların hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür” (Gazali, İhyau’ulumi’d-din, c.3, Rub’u’l-Mühlikat) demektedir.
Beden yemeye ve içmeye muhtaç olduğu gibi ruhta yemeye ve içmeye muhtaçtır. Bedenin hayat bulması yerden biten gıdalara, ruhun hayat bulması da gökten inen gıdalara bağlıdır. Beden kesiftir ve kesifi sever. Ruh latiftir el-Latif olan Allah’ı sever. Bedene değer verenler yere rağbet ederek dünyalıklara gömülüp yerin dibine batarlar. Ruha değer verenler ise göğe yükselip, yücelik kazanırlar. Kişi beden memleketinde kalıp dünyadan vaz geçmedikten sonra Yüce Allah’ın rızasına ulaşamaz.
Beden ruhun ve kalbin binitidir. Bedeni korumak ve bakmak zorunludur. Bedenin korunması, gıda ve besin gibi muhtaç olduğu maddeleri ona ulaştırmak ve bedene zarar veren şeyleri de ondan uzaklaştırmaktır. Gıdayı temin için bedende batını duygu olan şehvet ve zahiri duygular olan el, ayak, mide ve dil gibi gıdayı celbeden azalardır.
Ruhun gıdası; başta Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere ilim, hikmet, tefekkür, marifet, muhabbet, ibadet, tesbih, tahmid, tekbir, tazim, tevhid, tehlil, zikir, fikir, hamd ve şükür gibi ameller olan hakiki gıdalara ihtiyacı vardır.
Bu nedenle ruh, başta iman olmak üzere, ilim, ibadet, tefekkür, takva ve amel-i salih gibi yüce hasletlere sahip olmak ve bunlarda terakki etmekle olgunlaşır ve tekâmül eder. Böylece yaratılış gayesine ulaşmış olur.
Ruh birçok kabiliyetlere sahiptir. Bu kabiliyetlerini, hanesi, yuvası ve sarayı veya elbisesi olan beden sayesinde ortaya koyabilmektedir. Mesela, gören, işiten, konuşan ve yazan vücuttaki göz, kulak, ağız ve dil ile el değil, aslında ruhtur. Çünkü bu azalara iş yaptıran hareketli kılan ve iş gördüren, bunların canlılık kaynağı olan ruhtur. Fakat bedendeki bu azalar olmayınca da ruh bu azalarla ifa edilecek kabiliyetleri icra edemez. Demek beden ile ruh ayrılmaz ikizler olup, birbirinin bütünleyicisi ve biri diğeri olmadan, şahadet aleminde tam anlamıyla iş göremezler.
Ruhun bedene hakimiyeti, birliğiyle mümkündür. İnsanın hayatı, zahiri ve batını bütün duygularının bir tek ruh sultanının emrinde olmasıyla devam eder. İnsanın vazifesi, süfli alemin geçici zevklerinden sıyrılmak, ruhunu ulvi hedeflere doğru kamçılamaktır. Dünyaya insanın gelişindeki gaye de budur. Ruh aklın, akıl da vicdanın tanzim ve tedbiriyle hareket eder.
İnsanlara sürur ve elem, iki kaynaktan gelir:
Biri: Hisler yoluyla gelen cismanî elem ve lezzetler.
Diğeri: Ruhun sıfatlarından gelen ruhanî sürur ve ızdıraplardır.
Aslında cismin aldığı elem ve lezzetler de ruha ait olduğu bilinmektedir. Ancak ruh o elem ve lezzeti cismin herhangi bir organı ile aldığı için ona cismanî denir. Korku-endişe, hüzün- keder, zevk- lezzet, neşe-sevgi gibi ruhanî lezzet ve elemlerin, cismanî elem ve lezzetlerden farklı olduğunu vicdanen hemen herkes bilir.
Ruhun bedene ittisali, tedbir ve tasarruf cihetiyledir. İnsanların suretleri birbirine benzemediği gibi, ruhları da birbirine benzemez, biri diğerinden temayüz eder. Ancak ruhlar aleminde aynı gurupta bulunmuşlar ise, o zaman birbirlerine ünsiyet ederler.
Hz. Cabir (ra) şöyle anlatır:
– Bir gün Resulullah efendimize sordum: “Ya resulullah!. Cenab-ı Hak ilk önce neyi yarattı?” Cevaben buyurdular:
– “Ya Cabir!. Cenab-ı Hak evvela senin Nebinin nurunu yarattı. Nur katresinden ruh katresi halkedildi. Bu ruhlar, önce enbiya-ı izamın ruhlarıydı. Onların nefislerinden ise velilerin, şehitlerin, sırasıyla Allah’a itaat edenlerin ve mü’minlerin ruhları yaratıldı.” (Acluni, Keşfu’l Hafa, 1/265; Mevahibü’l-Ledünniye Şerhi, 1/46)
Hz. Aişe (ra) der ki:
“Peygamber (sav)’in şöyle dediğini işittim. Ruhlar muhtelif neviler, toplu gruplar halindedir. Onlardan birbirini tanıyanlar kaynaşırlar, sevişirler, tanımayanlar ise ayrı ayrıdırlar” (Buharî, Enbiya, 3/11; Müslim, 1/159)
Ebu Hureyre (ra)’dan rivayet edilen hadiste ise şöyle buyrulmaktadır:
“Mü’minin ruhu bedeninden çıkınca iki melek onu alır, yukarı çıkarırlar. Sema ehli der ki: Bu yer canibinden gelen temiz bir ruhtur. Ey temiz ruh! Allah sana ve içinde ömrünü tamamladığın cesedine rahmet eylesin. Sonra o ruh Aziz ve Celil olan Rabbine götürülür de Rabb-ı Celili der ki: Onu Sidre-i Münteha’ya götürün.
Kâfirin ruhu bedeninden çıkınca sema ehli der: Bu yerden gelen habis, kötü bir ruhtur. Onu da siccin (cehenneme)’e götürün denilecektir.” (Müslim, Cennet, 75)
adarselim@gmail.com