Her asırda olduğu gibi, şu manevî hastalıklar asrımızın da en büyük, en yaygın ve en çok görülen hastalıklarıdır:
1- Vesvese hastalığı,
2- Merak ve şüphe hastalığı,
3- Vehim hastalığıdır.
Bu üç hastalık birbiriyle ilintili olup, bir birini tetikleyen ve destekleyen hastalıklardır. Üç hastalığın temelinde “iman zaafiyeti, ilim ve bilgi eksikliği ile cehalet” vardır. Yani bu hastalıkların mahiyetini bilmemezlik vardır.
“Vesvese” kelimesi kuruntu anlamına gelen, aslı ve astarı olmayan bir şeyi varmış gibi gösterir. İbadetlerdeki ve itikattaki gayriciddi hâlimizi, ciddiyete sevk etmeye vesile olsun diye verilmiş olan vesvese, çoğu zaman insanın hayatını zehire çevirebilen bir hastalıktır.
Merak, bir şeyi anlamak veya öğrenmek için duyulan istek iken, insan bunu lehinde değil, aleyhinde kullanarak hastalığa dönüştürmektedir. Çünkü insan aşırı düşkünlüğü ile heva ve hevesiyle merağı hastalık haline getirmekte. Kuşku ve endişe olan şüphe ile merağını kamçılamakta, hayalininde desteğiyle gerçekleri bertaraf ederek, olmayan şeyleri hatıra getirmekle insan kendi hayatını zehirlemektedir.
Şüpheden gelen merak ile olay ve sorunun detayına inilir, detaylara inildikçe de evham ve kuruntular çoğalır. Bu defa vehim ve şüphe artarak yükselir ve insanı hasta eder. Öyle ki, aslı astarı ve gerçekte olmayan şeyleri düşünerek insan hasta olur. Bahse konu hayali üç hastalığın “azı faydalı, aşırısı çok zararlıdır.”
Maddî, manevî ve hayali hastalıklar; insanlar için birer imtihan vesilesi, sevap saikası, hakikat arayışı, acziyet ve fakriyet kavrayışıdır.
“Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve afiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i heva boş yere sarfettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Elemler, musibetler bir kısım esmasının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem’alar ve rahmetten şualar ve o şuaat içinde çok güzellikler bulunuyor.
Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymetdar bir hediye-i İlahiyedir. Her hasta, kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir. Madem ecel vakti muayyen değil; Cenab-ı Hak, insanı ye’s-i mutlak ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf u reca ortasında ve hem dünya ve hem âhireti muhafaza etmek noktasında tutmak için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir, öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki; yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi yirmi günde kazanıyor.” ( Nursî, Lem’alar)
Hastalıklar insanlar için zorluktur. Ancak her zorlukla beraber iki kolaylık olduğunu Kur’an-ı Kerim bize şöyle anlatmaktadır:
“Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah, 94/5-6)
“Usr” güçlük, zahmet, müşkilât, göğüs darlığı, vazife yükü, düşmanların kuvveti, eza ve cefası gibi şeylerdir. “Yüsr” de; kolaylık, yavaş şey, kolay olmak demektir.
Ayette bir zorluk iki kolaylık zikredilmesi, müminlere hitaben zorlukla beraber sınırsız kolaylıklar vardır, siz Allah’ın gönderdiği kolaylıklarla o zorluğu aşacaksınız, o zorluğu yenecek ve başarıya, zafere ulaşacaksınız, demektir.
Yaşadığınız sıkıntılar, hatta mağlûbiyetler; moralinizi bozabilir, yıpranmanıza neden olabilir. Ama bunlar kesinlikle trajedilere, çaresizliklere dönüştürülmemeli. Ne zorluk, ne de kolaylık mutlaktır. Zorlukların aşılması, ancak doğrular üzerindeki ısrar ve sabırla mümkündür.
سَيَجْعَلُ اللّٰهُ بَعْدَ عُسْرٍ يُسْراً۟
“Allah bir güçlükten / sıkıntıdan sonra bir kolaylık yapar / yaratır / verir / ihsan eder” mealindeki Talak suresi 65/7. ayetinin son kısmı müstakil olarak düşünüldüğü zaman bu ayette “güçlük / zorluk / sıkıntı” ve “kolaylık” anlamına gelen kelimeler nekre yani belirsiz olarak kullanılmış olduğu görülmektedir. Burada müminlere göre zorluk / sıkıntı sınırsız, çok ağır gibi gözükse de, kolaylık dahi sınırsız ve çok hafif, rahat, hatta daha şümullü olduğu da bilinmeli ve asla unutulmamalıdır. Her zorluğun karşısında ve sonunda bir kolaylık vardır.
“Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.” (Leyl, 92/7; Hac, 22/77)
“Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba’-ı Kur’an ve ittiba-ı sünnet-i seniyyedir.” (Nursî, Mektubat)
OKU!.. HER ASRIN ORTAK HASTALIĞI
1- VESVESE
Şeytan ve nefis tarafından insanın içine sokulduğu kabul edilen saptırıcı telkinler, kuruntu, şüphe, vehim ve iç karışıklığı anlamları için kullanılmakta.
Dinî olarak vesvese / visvâs, “şeytanın veya nefsin insana kötü ve zararlı telkinde bulunması, şeytandan yahut nefisten gelen, insanı dine aykırı aşırı davranışlara yönelten telkin” demektir.
Akıllarını dünyaya yönlendirenlerin kalpleri şeytanın vesvesesine açık hale gelir, Allah’ı anan gönüller ise meleğin ilhamına elverişli olur. Kalp Allah’a yönelip marifete ve Allah’ın rızasına yoğunlaşırsa şeytanın yerini melek alır ve kula takva ilham eder; kalp aşağı güçlerin etkisine kapılıp bedensel hazların esiri olursa şeytan nefse vesvese verip günah işletmeye fırsat bulur.
Vesvese için şu esaslara dikkat etmek lazım:
1- Dünyayı murat eden vesveseden korunamaz.
2- Vesveseden ancak nefsini aç bırakanlar kurtulur.
3- İman ve teslimiyetlerini sağlam tutanlar kolay kolay vesveseye düşmezler.
4- İbadetler ile meşgul olanlar vesveseden korunurlar.
5- Allah’ı zikretmek mü’mini vesveseden korur.
6- Şeytandan gelen vesveselelere karşı korunmak için istiaze etmek.
7- Vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder.
8- Şeytanın desiselerinden kurtulmak için, hakaikı imaniye ve Kur’an’a sarılmak ve sünet-i seniyeye tabi olmak.
Risale-i Nur Külliyatında “vesvese” şöyle izah edilir:
“İnsanda madem nefs, heva ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit imanını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hileleri ederler, şübhe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar. Zira nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki, zıdları birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder.
İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhâssa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin şeylerin def’iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlub olur.
Ancak onları mağlub edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet, arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur.
Evet, pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.
O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor.
Meselâ: Sen namazda, Kâ’be karşısında, huzur-u İlahîde ayatı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder.
Meselâ: Ayinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi ayineyi telvis etmez.
“Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 4/76)
Ey sû’-i vesveseden me’yus nefsim! Tedai-yi hayalât, tahattur-u faraziyat, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir. İrtisam ise, eğer hayırdan ve nuraniyetten olsa, hakikatın hükmü bir derece suretine ve misaline geçer. Güneşin ziyası ve harareti, âyinedeki misaline geçtiği gibi… Eğer şerden ve kesiften olsa, aslın hükmü ve hâssası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Meselâ necis ve murdar bir şey’in âyinedeki sureti ne necistir, ne murdardır. Ve yılanın timsali, ısırmaz.
İşte şu sırra binaen, tasavvur-u küfür, küfür değil; tahayyül-ü şetm, şetm değil. Hususan ihtiyarsız olsa ve farazî bir tahattur olsa, bütün bütün zararsızdır. Hem ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet Ve Cemaatin mezhebinde bir şey’in şer’an çirkinliği, pisliği; nehy-i İlahî sebebiyledir. Mademki ihtiyarsız ve rızasız bir tahattur-u farazîdir, bir tedai-yi hayalîdir; nehiy ona taalluk etmez. O dahi ne kadar çirkin ve pis bir şey’in sureti dahi olsa, çirkin ve pis olmaz.” (Nursî, Mesnevi-i Nuriye, Mektubat)
“Ey maraz-ı vesvese ile mübtela!. Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür. Küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider. Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.
Şeytan evvelâ şübheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şübheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah” dedirtir, ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki; kalbi, Rabbine karşı sû’-i edebde bulunuyor. Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.
Bak ey bîçare vesveseli adam!. Telaş etme. Çünki senin hatırına gelen şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi, şetm değildir. Zira mantıkça tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise, hükümdür. Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünki hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zâten şeytanın da istediği odur.
VESVESENİN ÇARESİ
Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez.
Öyle de, tedai-yi efkâr saikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın içine girse; zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazen kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.
Amelin en iyi suretini taharriden neş’et eden bir vesvesedir ki, takva zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken, harama düşer. Bazen bir sünnetin aranması, bir vâcibi terkettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder. Gayet ye’se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar.
Ey talib-i hakikat, madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazen hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.
“Dinde harec yoktur.”
Madem dört mezheb haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü’yetine -böyle vesveseli adama- müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır.
Madem böyledir, sen vesveseyi at. Şeytana de ki:
Şu hal, bir harecdir. Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür. Dindeki yüsre münafîdir. “Din kolaylıktır. Dinde zorluk yoktur” esasına muhaliftir.
Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek ibadeti lâyık-ı vechile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru’ ile merhamet-i İlahiyeye dehalet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilane bir niyaza vesiledir….
Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalalet dalalet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalalet dahi, dalalet değildir. Çünki hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-ı aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz’-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar.
Tasdik ve iz’an, öyle değiller. Bir mizana tâbi’dirler. Hem
tahayyül,
tevehhüm,
tasavvur,
tefekkür,
nasılki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de şübhe ve tereddüd sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstakar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şübhe, ondan tevellüd edebilir.
Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki:
Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani, bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder.
Hâlbuki İlm-i Kelâm’ın kaidelerindendir ki:
İmkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münafî değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ: Şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Hâlbuki yakînen, o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şübhesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şübhe getirmez, yakînimizi bozmaz.
Meselâ: Şu güneş zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû’ etmesin. Hâlbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şübhe getirmez.
İşte bunun gibi, meselâ hakaik-i imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez.
Hem, “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure; hem usûl-üd din, hem usûl-ül fıkhın kaide-i mukarreresindendir.
Eğer desen: Bu derece mü’minlere muzır ve müz’ic olan vesvese, ne hikmete binaen bize bela olmuş?
Elcevab: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebebdir, taharriye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaydlığı atar, tehavünü def’eder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîm’e şekva etmeli.
“Eûzü billahi mineşşeytanirracim” demeli. (Nursî, Sözler)
De ki: “Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Ey Rabbim! Onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.”
De ki: “Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik’ine, insanların İlah’ına sığınırım.”
“Andolsun ki insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Mü’minun, 23/97-98; Nas, 114/1-6; Kaf, 50/16)
(İblis:) “Senin izzetine and olsun ki, onlardan ihlâs sahibi kulların bir yana, onların hepsini azdıracağım” dedi.
(Allah:) “İşte bu doğrudur. Ben de gerçeği söylüyorum, seni ve sana uyanların hepsini cehenneme dolduracağım” dedi. (Bkz. Hicir, 15/29-44, İsra, 17/61- 65 ayetler)
“Şüphesiz ki, kullarım üzerinde senin hiçbir sultan / hakimiyetin yoktur. Ancak sana tabi olan şaşkın azgınlar müstesna.”
“Doğrusu, (gerçek mü’min) kullarıma senin bir etkin olmayacaktır. Rabbin vekil olarak yeter.”
“Şüphesiz ki, iman edip Rablerine tevekkül edenlere onun (şeytanın) sultası / hakimiyeti yoktur. Onun sultası / hakimiyeti ancak, onu kendine dost edinenlere ve bir de Allah’a ortak koşanlar üzerinedir.”
“İnanan ve salih amel işleyenler için, mutluluk ve güzel bir dönüş yeri vardır.” (Sâd, 38/82-85; Hicir, 15/42; İsra, 17/65; Nahl, 16/99-100; Rad, 13/29)
Hz. Peygamber (sav)’in Arafat gecesinde yaptığı duada, “Allahım! … vesveseden sana sığınırım” sözü de geçer. (Tirmizî, Duâ, 78)
Hz. Muhammed (sav)’in gönderilişinin de bir ikaz ve imtihan olduğu uyarısı yapılmaktadır:
“Eğer Allah’ın Rasûlü’ne kulak vermezseniz bu dünyada muhtelif sıkıntı ve mahrumiyetlere müptela kılınacağınız gibi öte tarafta da şüphesiz çok daha büyük azaba müstahak olacaksanız” denilmektedir.
OKU!.. VESVESE-İ ŞEYTAN
2- MERAK VE ŞÜPHE
Merak, bir şeyi anlamak veya öğrenmek için duyulan istek. Evham, kaygı, tasa, heves, düşkünlük demektir.
Birinci manaya göre “merak ilmin hocasıdır, ihtiyaç medeniyetin üstadı” olduğundan merak ilme, ilim medeniyete götürür.
İkinci manaya göre de; insanı felakete, isyana, sefahate, korku ve endişelere düşürür. Bazen insanın hayatını söndürür, hatta öldürür ve cehenneme gömdürür.
Merak şüphe ile birleşince hastalık çekilmez olur. Çevresinden bir hastalık belirtileri dinlese kendinde var olduğu kanaatine hükmeder, hasta olur. İki farklı ilde tanıdığım biri bay ve biri de bayan; endişeyle yediği yiyeceğin zehirlenme şüphesiyle hastanelik olduklarını anlatmışlardı. Hatta beyefendiyle yediğimiz aynı yemek iken, rahatsız olduğunu söyleyerek ayrılmıştı. Sonra olayı net olarak anlattı. Kendisinde zehirlenmenin olmadığı hastanede söylenmiş.
Bayanın anlattıklarını anlatsam hem dudaklarınız uçuklar ve hem de o kadar gülersiniz ki kendinizden geçersiniz.
Günümüz insanı gerek basından okuduğu, gerekse görsel yayından izlediği sağlık programlarından dolayı şüphe ve merakla hasta olarak hastanelere gitmektedir. Hatta hiçbir hastalık belirtilerinin bulgusuna rastlanılmadığını da yine kendileri beyan etmektedirler. Zaten hakikatler karşısında şüphe eden divane olur
Üstad Bediüzzaman’ın bu konuda şöyle bir izahı var:
“Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen, hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın, senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşmesini istersen, merak etmemeye çalış. Yani hastalığın faidelerini, sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes.
Evet, merak, hastalığı ikileştirir; maddî hastalığın altında merak ile manevî bir hastalığı kalbine verir; maddî hastalık ona dayanır, devam eder. Eğer teslimiyetle, rıza ile, hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider.
Hususan evhamla bir dirhem maddî hastalık, bazen merak vasıtasıyla on dirhem kadar büyür. Merak kesilmesiyle, o hastalığın onda dokuzu gider.
Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi, hikmet-i İlahiyeyi ittiham ve rahmet-i İlahiyeyi tenkid ve Hâlık-ı Rahîm’inden şekva hükmünde olduğu için, aks-i maksadıyla tokat yer, hastalığını ziyadeleştirir. Evet, nasıl ki şükür nimeti ziyadeleştirir. Öyle de şekva; hastalığı, musibeti tezyid eder.
Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilâcı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faidesini bildin; o merhemi meraka sür, kurtul. “Ah!” yerine “Oh!” de, “Vâ-esefâ!” yerine “Elhamdülillahi alâküllihal” söyle.” (Nursî, Lem’alar)
Korkunun Ecele Faydası Yoktur
Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb’e gitmeğe mecburuz. Israr ettim. Dedi:
– “Korkuyorum, belki batacağız!” Ona dedim:
– “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” dedi:
– “Belki bin var.” dedim:
– “Senede kaç kayık garkolur.” dedi:
– “Bir-iki tane, bazı sene de hiç batmaz.” dedim:
– “Sene kaç gündür?” dedi:
– “Üçyüzaltmış gündür.” dedim:
– “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!”
Hem ona dedim:
– “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” dedi:
– “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.” dedim:
– “Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altıyüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üçyüzbinden bir ihtimal değil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” dedim.
Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim:
– “Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.” (Nursî, Mektubat)
3- VEHİM HASTALIĞI
Vehim, kuruntu, yanlış ve yersiz düşünce, evham anlamındadır. Bir konuyla ilgili kötü ihtimalleri akla getirip tasalanma, işkil, evham, vesvese demektir. Yani olmayacak bir şeyin olacağını sanma, vehim temelsiz sanıdır.
Diğer bir ifadeyle vehim; müphem ve manasız korku, belirsiz fikir ve düşünce anlamlarına gelir. Günümüzün tabiri ile asılsız ve mesnetsiz kuruntu demektir. Akıl ve iradenin terbiyesine girmeyen ve insanı sürekli taciz eden bir duygudur.
Aslında vehim, istem dışı olarak her insanda teyakkuz için verilmiş nefis ve şehvet gibi bir duygudur. Nasıl nefis mücadele için bir düşman olarak insana musallat edilmiş ise, vehim de insanı tahkik ve ilim noktasından teşvik için verilmiş bir cihazdır. Şeytanın insandaki nefis, vehim ve vesveseler ile insanı taciz etmesi normal bir durumdur. Bu yüzden aklımıza gelen vesvese ve vehimleri kalben tasdik etmedikçe mesul olmayız. Şeytanın asıl planı kalbe ait olmayan bu gibi vehim ve vesveseleri kalbe ait gibi gösterip, insanı taciz ederek ümitsizliğe düşürmektir.
“Vehim”in çoğulu “evham”dır. Vehim duygusunun tabiatı, genelde endişe, korku, ümitsizlik ve karamsarlıktır. Vehim, bir insana, olmayan şeyi var, kötüyü iyi, çirkini güzel, güzeli çirkin, teslimiyeti sorgulama, sorgulamayı fitne olarak algılatır.
Evham hastalığının en büyük ilacı tevekküldür. Evet, insanın Allah’a olan itimat ve tevekkülü ne kadar sağlam ise, evhamdan da o kadar emin olur. Demek ki, insanın kalbinde ve kafasında tevekkül zaafa uğrayıp, evham hükmünü icra etmeye başlarsa, aslı ve hakikati olmayan o evham o kimsenin âleminde hakikat telakki edilir. Yani evham nefsül emirde hakikate dönüşmez, ama evhamlı adamın dünyasında o evham sübjektif bir şekilde hakikat zannedilir.
Zaten evhamın en büyük zararı ve riski hakikat ile iltibas edilmesidir. Evhamlı şahıs evhamı hakikat ile karıştırır ve kendi kalbinin bozulduğu zannına kapılır. Bu yüzden evhamın kökü ancak ilim ile, yani evhamın mahiyetinin bilinmesi ile kurutulabilir.
Vehim psikolojik ve iyi olmayan bir rahatsızlıktır. İnsan vehim hastalığına tutulursa kurtulması çok zordur. Hastalık boyutuna ulaşmış bir vehim, kişinin hayat standartlarına büyük darbeler indirebilir. Bu hastalığın ortaya çıkmasında, insanların korkuları, endişeleri yatmaktadır.
Vehim hastası, bitip tükenmek bilmeyen bir anafor içerisindedir. Kişi de kasılmalar, bayılmalar, huzursuzluk, bunalımlar ve stres ortaya çıkar. Böylece sinir sistemi bozulur, kalp kasları gerilir, vücutta bazı hastalık belirtileri ortaya çıkar. Hasta kalp bölgesinde bir ağrı hisseder. Korkunun artmasıyla beraber ağrı da artar. Sinir sisteminin bozuk çalışması sonucu bazı hastalık belirtileri de ortaya çıkabilir.
İnsanın bedenindeki her organ stresten etkilenir. Organların çalışma ritimlerinde bozulmalar olur, kalp atışları artar, tansiyonu yükselir. Sindirim sistemleri bozulur. Karın ağrıları ortaya çıkar. Baş bölgesinde kas gerilmesi olur.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatında vehim hastalığını şöyle izah eder:
“Hastalık iki kısımdır.
Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir.
a) Hakikî Hastalık Kısmı:
Şâfî-i Hakîm-i Zülcelal, küre-i arz olan eczahane-i kübrasında, her derde bir deva istif etmiş. O devalar ise, dertleri isterler. Her derde bir derman halketmiştir. Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi, şifayı da o veriyor.
Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünki ekser hastalıklar:
1- Sû’-i istimalâttan,
2- Perhizsizlikten,
3- İsraftan,
4- Hatiattan,
5- Sefahetten,
6- Dikkatsizlikten geliyor.
Mütedeyyin hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesayada bulunur. Sû’-i istimalâttan, israfattan men’eder, teselli verir. Hasta o vesaya ve o teselliye itimad edip hastalığı hafifleşir, sıkıntı yerinde bir ferahlık verir.
b) Vehmî Hastalık Kısmı:
Onun en müessir ilâcı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe, insanın başına üşüşürler, aldırmazsan dağılır, gider. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür. Hatta bazen onu divane gibi kaçırır; ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telaşına güler.
Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikata inkılab eder. Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır. Habbeyi kubbe yapar; kuvve-i maneviyesi kırılır. Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rastgelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhatı gider.” (Nursî, Lem’alar)
OKU!.. VEHİM, VESVESE, ŞÜPHE (ŞİİR)
adarselim@gmail.com
(S. ADAR, Hastalık dert mi? Derman mı? eserimden)