Havf, Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kibriyasından, celâlî isimlerinin tecellisinden korkmaktır.

اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا

“Allah’tan, kulları içinde en çok âlimler korkar.” (Fâtır, 35/28)

Hz. Peygamber (sav) Efendimiz:

اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ

“Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler” hadîs-i şerifleriyle; âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i’cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar.

“Evet, ârif-i billah, aczden, mehafetullahtan telezzüz eder. Evet, havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse:

– “En leziz ve en tatlı haletin nedir?” Belki diyecek:

– “Aczimi, za’fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.”

Hâlbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.” (Bediüzzaman, Sözler)

Hâlbuki âhiret ve dünya müvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf u reca ortasında bulunmak maslahatı iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun.

İşte ey nefis ve ey arkadaş!. İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derç olunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Hâlbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah’a ısmarladık demeyip gider. -Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikâyet eder. Çünki Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden hariçtir)

Demek sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun.

Evet, Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar.

Malûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünki şefkat sinesine celbediyor. Hâlbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır. Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için, mahlûkata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor. (Bediüzzaman, Sözler)

Kefeteyn-i havf u reca, hizmet-i ukba, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. (Lemaat) Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb’e gitmeğe mecburuz. Israr ettim. Dedi:

– “Korkuyorum, belki batacağız!” Ona dedim:

– “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” Dedi:

– “Belki bin var.” Dedim:

– “Senede kaç kayık garkolur.” Dedi:

– “Bir-iki tane, bazı sene de hiç batmaz.” Dedim:

– “Sene kaç gündür?” Dedi:

– “Üçyüzaltmış gündür.” Dedim:

– “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!” Hem ona dedim:

– “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” Dedi:

– “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.” Dedim:

– “Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altıyüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üçyüzbinden bir ihtimal değil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” dedim.

Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim:

“Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib için değil!. Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.” (Bediüzzaman, Mektubat)

“Cenab-ı Hak, insanı ye’s-i mutlak ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf u reca ortasında ve hem dünya ve hem âhireti muhafaza etmek noktasında tutmak için, hikmetiyle eceli gizlemiştir.” (Bediüzzaman, Lem’alar)

Reca, bir kulun günahı ne kadar olursa olsun Cenab-ı Hakk’ın şefkat ve merhametine sığınması, O’nun rahmetinden ümit kesmemesidir. Reca,  insanın nice feyizlere mazhar olup, kurb-u ilahiyeye mazhar olmasında en sağlam ve selametli yoldur. Cenab-ı Hak Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: 

“Ey inananlar, hepiniz Allah’a tevbe edin ki, korktuğunuzdan emin olup, umduğunuza kavuşasınız.” (Nur, 24/31)

“De ki: “Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım!. Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Zümer, 39/53)

Ayette “Allah bütün günahları bağışlar” ifadesi çok önemlidir. Cenab-ı Hakk’ın rahmeti gazabını geçmiştir, O dilerse ve hikmeti iktiza ederse kulun bütün günahlarını bağışlar. 

Şeytanın en mühim bir desisesi ve oyunu da, insana kusurunu göstermemesi ve itiraf ettirmemesidir. Tâ ki, o insan istiğfar ve tevbe edip Allah’a sığınmasın. Şeytanı dinleyen ve nefsine mağlup olan bir insan,  kusurunu görmek istemez; görse de, avukat gibi kendini savunur. İnsan nefis ve şeytandan her an dergâh-ı ilahiye sığınmalı ve lisanından “esteğfirullah” kelimesini düşürmemelidir.

Hz. Yusuf (as) gibi bir  Peygamber-i âlişan: 

“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevkeder.” (Yusuf, 12/53) dediği hâlde, âciz, fakir ve kusurlu olan bir insan nasıl olur da nefsine ve enaniyetine itimat edilebilir?

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle der:

“Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.” (Nursî, Lem’alar)

Cenâb-ı Hakk’ın Celâl ve Cemâlî esmaları “vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir. Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah’ın rahmetinden me’yus, ne de azabından emin olunsun. (Nursî, İşarat-ül İ’caz) Bir kul için en selametli yol, havf ve recadır. Bir mümin kendine korku ve ümidi iki kanat yapıp bir kuş gibi uçarak cennette konaklar.

Hz. Ömer (ra) şöyle buyurmaktadır:

“Mahşer gününde; “Sadece bir fert cennete girecek” diye bir nida olsa; “Ben umut ederim ki o fert ben olayım. Yahut sadece bir kişi cehenneme girecek dense, o kişi ben olabilirim, diye de korkarım.”

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:

“A’male güvenmek ucbdur. İnsanı dalalete atar. Çünki insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” (Nursî, M. Nuriye) Evet, hiç kimse akıbetinden ve Allah’ın azabından emin olamaz. Allah’ın azabından emin olmak, O’nun gazabını celp etmeye vesiledir. O halde insan ‘havf ve reca’, yani korku ve ümit arasında olmalı, yani hem Allah’ın azabından korkmalı hem de O’nun rahmetinden ümit kesmemelidir. Şu ayet ne güzel bildiriyor:

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 4/79)

Halık-ı Hakim, insanı hayırlı işler yapabilecek fıtratta halk etmiştir. Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenab-ı Hakk’ın ona harika bir istidat lütfetmesinin neticesidir. Bediüzzaman Hazretleri  bu hakikati şöyle ifade eder:

“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir.” (Nursî, Sözler)

Mehmet Akif Ersoy şöyle terennüm etmiştir:

“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır,

Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın,

Ne irfânın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdânın.”

“Kork Allah’tan korkmayandan” atasözü bize, Allah korkusunun ne kadar değerli bir hazine olduğunu anlatmaktadır.

“Tıpkı şeytanın durumu gibi, hani o insana ‘İnkâr et’ der: o inkâr edince de ‘Bilesin ki benim seninle ilgim yok, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım’ der.” (Haşr, 59/16)

Ayete göre şeytanda bile Allah korkusu bulunmaktadır.

Korku, imtihan araçlarından birisi ve üzerinde tefekkür edilmesi gereken Allah’ın ayetlerindendir.

Korku; mü’minin üzerinde pozitif bir etkiye sahiptir. Onu eğitir, onu açıkta ve gizlilikte isyan ve kötülükten korur, Allah’a yaklaştırır, azimli ve samimi yapar, zorluklara ve sıkıntılara karşı direncini artırır. Hak ile bâtılı ayırt etme yeteneğini kazandırır.

adarselim@gmail.com