Ayette deniliyor:
وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ
“Taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer.” (Bakara, 2/74)

Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârika-nüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun.

Çünki faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz.

Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki:

“O üç nehrin her birine Cennet’ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.”
Hem bir rivayette denilmiş ki:
“Şu üç nehrin menbaları Cennet’tendir.” (Müslim; Müsned; Feyzü’l-Kadir)

Şu rivayetin hakikatı şudur ki:
Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder.

Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor.

Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda;
Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi,
Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van Vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor.
Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor.

Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir.

Tesbihat-ı Nebeviyeden olan,
سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ اْلاَرْضَ عَلَى مَاءٍ جَمَدْ
kat’î delalet ediyor ki:

Asl-ı hilkat-ı arz şöyledir ki:
Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.

Yerdeki bütün taşların ve cevahirlerin ve madenlerin enva’ına bak. Bunların tezyinatları ve menfaatlı hâsiyetleri bir Sâni’-i Hakîm’in tezyini ile, tertibi ile, tedbiri ile, tasviri ile olduğunu, onlara müteallik hakîmane faideleri ve mesalih-i hayatiye ve levazımat-ı insaniye ve hacat-ı hayvaniyeye muvafık bir tarzda ihzarları, bir Vacib-ül Vücud’un vücudunu ve vahdetini gösteriyor. (Bediüzzaman, Sözler)

 

adarselim@gmail.com