Mevlana’nın izahı şöyledir:
“Cenab-ı Hakk’ı dost edinmek istersen, şunu iyi bil ki, dostların yanına eli boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenab-ı Hak mahşer gününde kullarına:
– “Kıyamet günü için ne hediye getirdiniz?” diye soracak ve ardından şöyle buyuracak:
– “Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtaç bir hâlde geldiniz. Haydi, söyleyin, kıyamet günü için ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dünyadan ahirete dönmek ve Allah’ın huzuruna çıkmak ümidi yok muydu? Kur’an’ın kıyamet hakkındaki haberleri, size boş mu görünmüştü?”
Ey ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan!. Hakk’ın kapısına böyle boş bir gönülle nasıl ayak atıyorsun?
Bu fani âlemde azıcık olsun uykuyu, yemeyi-içmeyi azalt da Cenab-ı Hak ile buluşacağın zaman için bir hediye hazırla!.” Dünyaya gelen her insan, bir ebediyet yolcusudur. Nasıl ki uzun bir yolculuğa çıkacak olanlar kendilerine yol azığı tedarik ederlerse, Cenab-ı Hak’tan gelip yine O’na dönecek olan insanoğlu da bu ebediyet yolculuğu için hazırlanmak ve kendisine âhiret azığı biriktirmek mecburiyetindedir.
Yüce Allah buyurur:
“Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. (Ahiret için) azık toplayın. Kuşkusuz, azığın en hayırlısı takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma)dır. Ey akıl sahipleri, bana karşı gelmekten (emirlerime muhâlefetten) sakının.” (Bakara, 197)
Mevlana şu izahı yapar:
Torbayı doldurmaya çalışırken, alttaki delikten boşaltmamak gerekir. Her insanın muhtaç olduğu ahiret azıkları; en başta iman, daha sonra ise ibadetler, hayır-hasenatlar ve sâlih amellerdir. Fakat bunları kalbî marazlar ve kötü huylarla zedelemek; ahiret azıklarının biriktirildiği heybenin dibini delmekten farksızdır.
Bir mü’minin kemale erebilmek için güzel ahlâk ile müzeyyen olması zaruridir. Bunun için de mütevazı, hakşinas, âdil, emin, sadık, edepli, hayâ sahibi, cömert, müşfik, merhametli, affedici, sabırlı, kanaatkâr ve ihlâslı olması icap eder.
Bunun aksine, yalan, gıybet, zulüm, kin, hased, tamah, cimrilik, gurur, kibir ve riyakârlık gibi kötü huylardan da şiddetle kaçınması gerekir ki sâlih amelleri boşa gitmesin.
Ayette buyrulduğu üzere:
“Allah, kullarını Dâru’s-Selâm’a (saâdet ve selâmet yurdu Cennete) davet ediyor.” (Yûnus, 10/25)
Tabiî ki her davetin bir kabul şartı, her nimetin de bir bedeli vardır. Bu sebeple kul, ebedî kurtuluşu için, ahiretin tarlası olan bu fani cihanda, Hak Teâlâ’nın en çok kıymet verdiği şeyi, yani kalb-i selim’i kazanmaya gayret etmelidir.
Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler müstesna.” (Şuara, 26/88-89)
Kalb-i selîm, kulu Allah’tan uzaklaştıran her türlü mâsivâ kirinden arındırılmış, daima Hakk’a yöneldiği için hakikatlerin şaşmaz bir pusulası hâline gelmiş, içinde iman nurunun parladığı, berrak ve billûr bir fanus gibidir. Mü’min, kalbindeki bu nur ile, doğruyu eğriden, hayrı şerden, hakkı batıldan, helâli haramdan ayırt eder.
Kulluk tezahürü bütün amellerin fazilet ve kıymeti de, kalbin berraklığı nispetindedir. Çünkü kalp, nazargâh-ı İlâhîdir.
Hz. Peygamber (sav) Efendimiz bu hakikati şöyle ifade eder:
“Hiç şüphesiz ki Allah Teâlâ, sizin bedenlerinize ve suretlerinize bakmaz; ancak kalplerinize nazar eder.” (Müslim, Birr, 33)
Bütün mahlûkat Allah’a kullukta bulunsa O’nun şan-ı ulûhiyetini bir nebze bile artıramaz. Yine bütün mahlûkat O’na isyan etse O’nun şan-ı ulûhiyetine zerre kadar noksanlık gelmez. Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi, bizim ibadetlerimize de ihtiyacı yoktur. O her şeyden müstağnidir. Fakat bizler, O’nun rıza ve rahmetini celbetmek için halis niyetle ibadet etmeye, salih amellerle O’na yakınlaşmaya muhtacız.
Kulun vazifesi, ibadetlerini elinden gelen en güzel şekliyle ifa etmek, kabul edilip edilmeyeceği hususunda kendi aklıyla hüküm vermeyip bunun takdirini Allah’a bırakmaktır. Zira ibadetlerin yegâne kabul mercii, Hak Teâlâ’dır. Bu hususta kulun kendi kendine hüküm vermeye kalkışması; haddini aşması demektir. Bu da kulluk edebine aykırı bir durumdur.
Bize düşen, elimizden gelen bütün gayretimizi göstererek, hatasıyla, kusuruyla, noksanlığıyla da olsa amellerimizi mutlaka eda etmek ve Cenaba-ı Hak’tan kusurlarımızın affını dilemektir. O’nun fazl u keremine, af ve mağfiretine sığınmaktır. “Beyne’l-havfi ve’r-recâ” düsturu ile, yani korku ve ümit duyguları arasında, dengeli bir kulluk hâlet-i rûhiyesini daima gönlümüzde muhafaza etmeliyiz.
Bizim vazifemiz; ne kadar ibadet edersek edelim Cenab-ı Hakk’a kulluk ve şükür borcumuzu lâyıkıyla ödeyebilmemiz mümkün değildir. Ancak tevazu, mahviyet ve hiçlik duyguları içinde bütün gayretimizle kulluğumuza devam etmektir. Nihayetinde de O’nun affını, mağfiretini, fazl u keremini ümit etmektir.
Cenab-ı Hak, rızasına muvafık bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!.. Amin!.. (O. Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi)
Bizler için mübarek üç aylar iyi bir fırsattır. Layıkıyla değerlendirerek ebediyet için gereken ibadetleri yapmamız gerekir.
adarselim@gmail.com