GEÇMİŞTE, GÜNÜMÜZDEN DAHA İLERİ TEKNOLOJİ KULLANILIYOR MUYDU?
by
selimadar on
Oca 3, 2020 •
Yorum Yok
İnsanlığın ilk dönemleri, günümüze göre geri ve iptidaî olsa bile, geçmiş ve kendi çağına göre geri değildir. Hatta günümüz teknolojisinden daha ileri teknolojiye sahip oldukları dönemlerin olması da bir gerçektir.
Meselâ, Hz. Süleyman (as)’ın hükümranlığının yanında; Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet, telyin-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir.
İşte şu âyet işaret ediyor ki:
“Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak; telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır.”
Madem bir resule, hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor:
“Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.” İşte beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir.
Hem meselâ: Hazret-i Süleyman (as) taht-ı Belkîs’i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi:
“Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet: “Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur.” (Neml, 27/40) ilâ âhir… İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür.
Hem vaki’dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman (as), hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman (as)’ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:
“Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.”
Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki:
“Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem her bir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren O’dur. Dönüşünüz ancak O’nadır.” (Mülk, 67/15) ferman-ı Rahmaniyi dinleyiniz.
Hem meselâ: Yine Hazret-i Süleyman (as), cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:
“Bina ustası olan ve dalgıçlık yapan her bir şeytanı, zincirlerle (bukağılara) bağlı olarak diğerlerini de, onun emrine verdik (boyun eğdirdik).” (Sad, 38/37-38)
“Bir de şeytanlardan, Süleyman için dalgıçlık eden (denizden cevherler çıkaran) ve daha bundan başka işler yapanları da onun emrine verdik. Hep onları zapt eden bizdik.” (Enbiya, 21/82) ilâ âhir… âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakk’ın evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir. Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat, hatta cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.” (Nursî, B. S. rnk, Sözler)
Resimle ilgili önemli bir olay da, Hz. Süleyman’a mescitler, resimler büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yapan cinlerin olayıdır. (Sebe 34/13) Hz. Süleyman’ın emrine rüzgâr, (Nemi, 27/15) ve cinler (Sebe, 34/13) verilmiş ve cinler Hz. Süleyman (as) için resimler yapmıştır. Sebe suresi 113. ayetinde geçen ve resim olarak açıklaması yapılan kelimenin Kur’an’daki ifadesi “Temâsîl” dir. Temâsîl, timsâl kelimesinin çoğuludur ve lügatte resim olarak tarif edilmektedir. Timsâl, Lisânu’l Arab’da “Allah’ın yarattığı şeylerden bir şeye benzetilerek yapılan bir şeyin adıdır” (Lisânu’l-Arab, MSL. maddesi; Kurtubî, 14/272) Taberî ve İbn Kesîr’in (Taberî, a.g.e., 22/70, İbn Kesîr, a.g.e., 6/487) naklettiğine göre de temâsîl, resimlerdir. Kurtubî’ye göre temâsîl, gerek canlı ve gerekse canlılar dışında resmi yapılan her şeydir. (Kurtubî, a.g.e., 14/273)
Ancak müfessirlerin çoğunluğuna göre, Hz. Süleyman (as)’ın şeriatında resmi yapmak caiz olduğu halde, Hz. Muhammed (sav)’in şeriatında caiz değildir. (İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, Beyrut, Tarihsiz, 4/1600, Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, Beyrut, Tarihsiz, 11/410) Resim ve heykelin haramlığı konusu, hadislerle belirlenmiştir Diğer bir ifade ile, hangi resmin haram, hangi resmin haram olmadığı konusu, hadislerde ifade edilmiş ve İslâm alimlerinin ictihadî kararlarına bırakılmıştır. Ayetin zahirî anlamından anlaşılan şey, Hz. Süleyman (as) devrinde resimlerin yapıldığı ve resim yapmanın meşru olduğudur. Resimleri yapanlar da, cinlerdir.
Kur’an-ı Kerîm’den öğrendiğimiz bir diğer olay da, Hz. Musa’nın ümmetinden olan Samirî adında birinin böğüren bir buzağı heykeli yapmış olmasıdır. Kur’an bu olayı şöyle anlatır: “Musa’nın ardından milleti, ziynet takımlarından canlı imiş gibi böğüren bir buzağı heykeli yaparak onu tanrı edindiler.” (Araf, 7/148, Ayrıca bkz. Tâhâ, 20/88, Bakara, 2/51, Nisa, 4/153) Ayette geçen “Canlı imiş gibi böğüren” ifadesi, medeniyet tarihi açısından bakıldığında çok manidar bir ifadedir. Bugün dahi yapamadığımız, fakat o günün şartlarına göre yapılmış olan bu heykel, canlı imiş gibi böğürmektedir. Teknik ve san’at gücü açısından bakıldığında, insanı dehşete düşüren bir olaydır.
“Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesine dair: “Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer mü’minler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Ali İmran, 3/49)
Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki:
“En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”
Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki:
“Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”
İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.” (Nursî, B. S. rnk, Sözler) Kur’an ve hadîslere göre dünya ve içindekiler, Allah’ın yaratıcı kudretini gösteren birer “âyet” tir.
Müslüman’ın görevi bu ayetleri en iyi bir biçimde anlamak ve onu yorumlamak ve böylece Allah’a ulaşması yaratılış gayesi ve en önemli vazifesidir.
(S. ADAR, Havarık-ı Medeniyet, eserimden)
adarselim@gmail.com