Soru: Sünnet-i Seniyyeyi inkâr edenlerin ateist ve deistlere verdikleri cevapları okuyabilir miyim?
Ateist ve deistlerin masallarını çürütmek için ne okuyayım? diye soran gençler var.
Cevap: İki bulanık ve kimyasal atıklar ile zehirlenmiş su içilir mi?
Genç Müslüman kardeşim!
Birinci sorudaki okumalar zihni, fikri, akıl ve kalbi daha da bulandırıp karıştırır. Yani seni bir inkârdan diğerine sürükler veya sürükleyebilir. Çünkü Allah Resulü (sav)’in hadisleriyle alay edenler, inkâr edip kabul etmeyenlerin ateist ve deistlere karşı reddiyelerinin asıl gayesi ve perde arkası senden görünerek, seni tuzağa çekmektir.
Ey imanlı kardeşim!
İşinde kâmil ve ehil olmayan biri, zehrin tadına bakamaz. Ölçüsünü kaçırırsa hayatını kaybeder. Dostlarına tabut için törene davetiye göndermiş olur. Yani her yiğidin işi değil ki; düşmanın silahıyla silahlansın. Bu da hilenin bir başka yönüdür. Nefis ve şeytanlar boş durmaz ve de durmuyorlar. Mü’min ve Müslüman’ı gafil avlamak istiyorlar. Dışı şerbetli, içi şaplı ve zehirli ilacı şifa diye yutturmaya çalışıyorlar. Demek dışı süs, içi pis olan bir aldatmacadır. Yani libası değiştirilmiş korkunç bir vahşettir.
İkinci sorun çok akıllıca ve mantıklı. Çünkü ne okuyacağını soruyor veya düşünüyorsun?
Civan mert ve mücahid kardeşim!
Kendi silahınla kuşanarak cihada çık tavsiye ederim. Fikr-i küfrîyi, dirilmeyecek bir surette öldüren ve küfrün temel taşını zîr ü zeber eden, dinin, şeriatın ve Kur’an’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammalarını hall ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve Mi’rac ve haşr-i cismanî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’an hakikatlarını en mütemerrid ve en muannid feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi isbat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette Küre-i Arz ve küre-i havaiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-ı Kur’aniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılıçtır. (Emirdağ Lahikası-1, 47)
Evet Kur’an’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimane hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kâfir feylesofların teraküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kur’an’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hristiyanların hücumlarını def’edip mukabele eden Kur’an’ın bu asra bakan manevî tefsiri olan Risale-i Nurdur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 115)
Kur’an; küfrün büyük bir musibet olmakla beraber, lezzeti yok elemi var, nimeti yok nıkmeti var diye ilân eder. Küfrün her şeyden zararlı olduğunu tasrih eder, bildirir. Çünkü küfrün ve dalaletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir, küffarın kesret ile ittifakı ehemmiyetsizdir. (Mesnevi-i Nuriye, 158) Sende fazla ehemmiyet verme.
Dinde hassas, heyecanı yüksek arkadaşım!
Kâfirlerin, Müslümanlara ve ehl-i Kur’ana düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünkü küfür imana zıttır. Maahaza Kur’an, kâfirleri ve âba ve ecdadlarını i’dam-ı ebedî ile mahkûm etmiştir. Kizb ve yalan ne kadar aldatmaca ne kadar tesirli bir zehir olduğunu bil. Zira kizb küfrün esasını teşkil ediyor.
Hem onlara sor ve deki:
Seni kim tevkil etmiştir?
Fetvayı nereden alıyorsun?
Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalaletini neşr ve ilân ediyorsun?
Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun?
Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’mininin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilanı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslam’ın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat! (Mesnevi-i Nuriye, 89)
İşte hesap sorulan değil, hesap soran ol. Elinde elmas kılıç olan neden korkar ki, niçin kılıcı kullanıp cevherleri ortaya çıkarmıyorsun? Dalalet, küfür ve safsatanın boynunu elmas kılıçla kesip, yerine akıl, kalb ve ruha imanı yerleştir miyorsun?
Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatını oku. Bu eserleri okuyan, dinleyen veya yazanların hem maddî ve hem de manevî dünyasının nasıl değiştiğini gör.
Mesela, Otuzüç Pencereli olan Otuzüçüncü Mektub, imanı olmayanı inşâallah imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlettirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar.
İşte bunun için, “Bir pencere bana kâfi geldi, yeter” diyemezsin. Çünkü senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hatta hayal dahi o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh her bir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır. (Sözler, 690)
Hatta Kur’an’ın kırk vecihle mu’cizesini ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye namındaki Yirmibeşinci Söz ve Yirminci Söz’ün ikinci makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmidokuzuncu Sözlere bakanın, şüphesi izale olmazsa gelsin parmağını gözüme soksun. (Şualar, 709)
Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir surette anlamak istersen; haşre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz’e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok. (Sözler, 113)
“Allahü Ehad” ism-i a’zamına dair yedinci nükte-i a’zam ve altı ism-i a’zamın altı nüktesinin yedincisi olan İkinci Şua’nın içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşaallah. (Şualar, 5)
Gayet dikkatli ve müdekkik kardeşim!
Sakın deme, Nur eserlerinin dili ağır ve anlaşılmıyor. Arapça ifadeler çoğunlukta deyip aldanma ve aldatma. Çünkü Risale-i Nurlar Osmanlıca Türkçesiyle yazılmış. Arapça olarak yazılan (İşaretü’l İ’caz ve Mesnevi -i Nuriye gibi) eserlerde Türkçeye çevrilmiş.
Kendi Türkçe Dilini anlamıyor isen kabahat kimin?
Ben Müslüman’ım diyorsan Kur’an Dilini bilmiyorsan suç kimin?
Ben imanlı biriyim diyerek onurlanıyorsan, ben bu eserleri anlamıyorum diyorsan, o zaman utanmadan, sıkılmadan iki katlı hata üstüne hata yapıyorsun.
Niçin mi?
Nur Eserlerinin Müellifi Bediüzzaman Said Nursî; Yedinci Şua’nın başında şöyle bir not yazmış:
Bu ehemmiyetli risalenin, herkes her bir mes’elesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var. (Şualar, 98)
Bu risalenin (Nur Risalelerinin tamamını düşünebiliriz) fehmini işkal eden beş sebeb var:
Birincisi: Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre ve kendim için yazdım. Sair kitablar gibi başkalarının fehmine ve telakkisine göre yazmadım.
İkincisi: İsm-i A’zam cilvesiyle tevhid-i hakikî a’zamî bir surette yazıldığından, mes’eleleri hem gayet geniş hem gayet derin ve bazan çok uzun olduğundan, herkes birden ihata edemez.
Üçüncüsü: Her bir mes’ele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikatı parçalamamak için bazan bir sahife veya bir yaprak birtek cümle olur. Birtek delil hükmünde çok mukaddemat bulunur.
Dördüncüsü: Ekser mes’elelerinin her birisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduğundan; bazan on, bazan yirmi delili birtek bürhan yapmak cihetiyle mes’ele uzunlaşır; kısa fehimler kavramaz.
Beşincisi: Ben Ramazan’ın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp, birinci müsvedde ile iktifa edildi. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeği muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkal edecek bir vaziyet aldı. Hem Arabî fıkralar içine çok girdi. Hatta Birinci Makam baştan başa Arabî olduğundan içinden çıkarıldı, müstakil yazıldı.
Medar-ı kusur ve işkal olan bu beş sebeple beraber, başka sebeplerde var, isteyen asıl kaynaktan okusun. (Şualar, 98)
Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. (Şualar, 60)
Hepimizin bildiği üzere insan sırrını her önüne gelene vermez. Hatta yeni tanıştığı ve aynı kurumda çalıştığı arkadaşlarıyla sırlarını paylaşmaz. Bazılarıyla samimi dost olunca, karşılıklı güven ve itimat arttıkça bazı sırlarını vermeye, açmaya ve anlatmaya başlarlar.
Kitaplarda en yakın dost ve en samimi arkadaştırlar. Kitaplarda aynen insanlara benzer olduklarını söylesem her halde bana bunak demezsiniz, hatta diyemezsiniz. Çünkü bu söylediğim bir realitedir. Ancak siz kabul etmeye bilirsiniz.
Sözde ilme aşık, özde karmakarışık dostum!
Bir kimsenin okuduğunu anlaması için halis niyet, ilim tahsil düşüncesi, ihlas ve rıza-i İlahî için ibadet niyetiyle okumak ve sadık ve samimi dost olmak, dikkatli, yavaş ve tefekkür niyetiyle, hissiyatı yoğunlaştırarak, ihtiyaç lisaniyle okumak, tabir-i caiz ise tecvitli (imla, noktalama işaretleri ve cümle yapısını dikkate alarak) okumak vb. özelliklere göre okunur ise anlaşılmaz diye bir mazeret kalmaz.
Risale-i Nur eserlerini okuyup anlaşılması için birkaç yöntemini söyleyeyim:
Dikkatle, merakla / merak ilmin hocasıdır, defaatle, muhabbetle, lezzetle, mütalaa yapa yapa, tefeyyüz ede ede, zevk-i ruhani ile, mütemadiyen, aşk ile, tefekkürle, yavaş yavaş, teenni ile, sebat ve sadakatle, hiç okumamış gibi zevk-i manevî ile, müzakere edilerek, niyet-i halisane ile, daima okumaktır. Gazete gibi okumamak, atıflı okumak, okuyanı kitapla takip ederek dinlemek ve okumak, yani okuyanı dinlemek “dinleyen söyleyenden daha iyi anlar sözü meşhurdur.” Samimi olarak okumak, tenkit gözüyle okumamak, şefkat ve merhametle esere dokunmak veya okuyanı dinlemek, hürmet ile yaklaşmak, ön yargısız okumak, öğrenmek kastıyla, şuurlu okumaktır. Lafza / söze / kelimeye takılıp kalmadan manaya odaklanarak okumak hakikate varmaktır. Kışra değil, lübbe, kabuğa değil, öze müşteri olmaktır.
Okuyup anlamanın, idrak etmenin, konuyu kavramanın kelimeleri lügatsız / sözlüksüz olarak basit yöntemi var onu öğrenerek okuduğunuzda anlamıyorum diyen aklını çıkarıp atmalı, kendini neden ve niçinlerle sorgulamalıdır? Çünkü her seviye, her yaş grubu, muhtelif okul mezunları ile meslek sahipleri, köylü kentli, alim ve cahil, avam ile havas her okuyan kendi ilmine ve kabiliyetine göre anlamaktadır. Hiç kimse okuduğundan hissesiz kalmıyor. Hatta meslek veya tahsil cihetiyle seviyeleri birbirine yakın veya eşit olan bir Müslüman birde gayri müslim birine -ikisi de Türkçe okumayı biliyor- aynı yeri okutsanız her ikisi de bülbül gibi anlatır. Ancak Müslüman feyiz, sevap ve fazilet ile nurlanır, gayr-i Müslim akli anladığıyla kalır. Fark böyledir.
Şimdi yukarı da sayılan özellikleri liste yaparak kendinizi, artı (+) ve eksi (-) ile veya puanlama yaparak ne kadarını uyguladığınızı test edebilirsiniz.
Yaşanmış bir vakayı nakledeceğim:
Yarıyıl tatilinde ilkokul beşinci sınıf bir öğrenciyi velisi izniyle öğretmeni benim yanıma medrese / dershanede kalıcı olarak vermişlerdi. Sözler kitabının Lemaat ve içindekiler bölümü hariç takriben 650 sayfalık bu eseri beş günde okumuştu. Her gün okuduğu yerlerle ilgili bana sorular soruyordu. Hızlı okuması beni şüphelendirmişti. Dikkat ettim, gözetleyip takip ettim, olumsuz bir durum yoktu. Okuduklarından bana anlatıyordu.
Aynı yaşıt olan kendi yeğenlerimde uygulama yaptım. Birkaç bölüm verdim aynı kitaptan okuyup anladıklarını bana anlattılar. Hayrette kaldım, durum aşağı yukarı aynı gibiydi.
Uyguladığım bir olayı da anlatmak gerek:
1990’lı yıllarda beşinci sınıf sonunda girilen sınavda yüksek puanla derece yapmış öğrenciler, -o günün bünyesinde Ortaokul bulunan popüler Anadolu İHL’leri yaygınlaşıyordu. O okullarda görev alabilmek için öğretmenleri zorlu bir sınavdan geçiyor idi.
Bugünkü gibi dijital sistem yoktu. Ders kitabı, yıllık ve günlük plan dosyaları ve not defterleri vs. çantalarla sınıflara girerdik. Ancak ben diğer öğretmenlerden farklı olarak iki çanta taşır, öğretmenler odasında da iki dolap kullanırdım. Çünkü ikinci çanta ve dolap öğrencilere kitap okumaları için kullanıyordum. “Gezen Kütüphane” veya “Seyyar Kütüphane” derlerdi bana. Öğretmen arkadaşlardan ödev verip, kaynak için öğrencilere okul ve şehir kütüphaneleri gösterilirken, gezen ya da seyyar kütüphane olarak da beni adres veren öğretmenler olurdu.
Özel çizelgeler hazırlar, kitaplara numara veya şifreler verir, hangi öğrenci hangi kitabı aldı, okuduğu tüm kitapları çizelgede görürdüm ve görülürdü. Roman, hikâye kitapları ve cep boy küçük Risale-i Nur kitapları da bulunurdu.
Birgün 7. Sınıf bir öğrencim Nur eserlerinden almak istemedi. Nedenini sordum: “Bu kitapların dili ağır, yabancı kelimeler var, ben o kelimeleri anlamıyorum” dedi. Dünyam karardı, şaşkına döndüm ve yıkıldım.
Birkaç gün kendime gelemedim. Düşündüm de düşündüm. Ne haldeyiz diye.
– Niye mi?
Zorlu sınavdan geçmiş, derece yapmış, zirve puan almış, o zaman Meslek Lisesi olmayan, Düz (Genel) Lise ve normal Anadolu Liseleri vardı. Onları tercih etmemiş. Anadolu İHL ni tercih etmişti. Araştırdım okula aile zoruyla değil, gönüllü olarak kendi istemiş ve gelmiş biriydi. Ailesi de mütedeyyin idi. Aynı zamanda Arapça dersi de alıyorlardı. Zaten İHL müfredatı belli, hep “o yabancı kelimeler” ile içli dışlı olacak, hatta ayet ve hadislerin Arapçalarını da ezberleyecekti.
Bir sonraki hafta dersimde bir uygulama yaptım: Arkadaşlar! Hiç Nur eserlerini okumamış ve Nur sohbetlerine hiç katılmamış olanlar parmak kaldırsın dedim. Yedi öğrenci parmak kaldırdı. Kura çektik yedi kişi arasında. Tahtaya çıkacak arkadaşı belirledik. Siyah kurşunkalem ve eline bir silgi al dedim. Çantanın ağzını açtım bakmadan elini uzat ve bir kitap al söyledim. Aldığı kitabı gelişi güzel / tefeülen aç dedim. Bu sayfadaki yazıları oku, anlamını bilmediğin kelimelerin altını çiz. İkinci yancümleyi okuduğunda birinci cümleden anladığın kelime olursa -çizdiği için- sil dedim. (Sınıfta öğrenciler pür dikkat dinleyip, yapılanları izliyorlardı) iki sayfa bitince, yedi kişi arasından biriniz gelin dedim bir öğrenci geldi. Yani görev değişikliği yaptık.
Altı çizili kelimeleri saydı tahtaya yazdı. Sonra o iki sayfadaki tüm kelimeleri saydırdım ve tahtaya yazıldı. Tekrar önce çizip sonra sildiği kelimeleri saydırdım ve tahtaya yazıldı. Öncelik yedi kişiye olmak üzere okunanı anlattırdım. Maşaallah çok güzel anlamışsınız dedim. Tahtadaki rakamların yüzdeliklerini (%) hesap ettik ve değerlendirme yaptık.
Okuyarak örnek verdim. Bakın arkadaşlar! Bu temel cümle, şu yan cümle temel cümleyi açıklar. Bu cümleler; “yani, çünkü” “veya” “bunun sebebi / nedeni” ile başlayan cümleler bir önceki cümleyi açıklar. Bir sonraki paragraf ise bir önceki paragrafı izah eder. Çünkü konu bütünlüğü vardır.
Risale-i Nur yazım tekniklerinde bir de şu husus var. Kelimenin Arapçası ile Türkçesi akıcılık bozulmadan metin içinde birlikte yazılmıştır. Bunu basit bir yöntemle anlamak mümkün. Bilmediğiniz kelimeyi parmakla kapatıp okuyunca cümle yapısı ve anlam bozukluğu olmuyorsa o iki kelime aynı anlamdadır.
“Hem sa’ye ve çalışmaya teşci’ eder.” (L)
“Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir.” (Ş)
“Ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır.” (MNuriye)
Dikkat ederek okunursa, “Ömür-Baki- Ebedî-lezzet- fani” kelimeleri cümlenin yapısı açısından rahatlıkla anlaşılmaktadır. Böyle birçok teknikler yine var. Bu teknikler ile okunduğunda Lügat / Sözlüğe fazla gerek kalmaz. Eğer bir okuyuşta alim olunsaydı, ilim tahsiline gerek kalır mıydı? Herkes okur yazar olmak için İlkokulu bitirdiğinde diğer okullara gitmeye ve sıkıntılar çekmeye lüzum yoktu ve hem gerek kalmazdı, değil mi? Çünkü herkes kendini doktor, mühendis veya profesör vs. sanırdı. Sanmakla değil okumakla ilim elde ediliyor.
Bu anlatılanlara rağmen yine ben anlamam ve anlamıyorum dersen ya art niyetlisin ya kasıtlı veya inat için yapıyorsun veya ön yargıyla hareket ediyorsundur. Yoksa aklını ve kalbini -başkasına, şeytana, yokluğa- mı sattın. Yoksa aklının olmadığını, ilminin bulunmadığını, insaniyetten sukut ettiğini mi anlatmaya çalışıyorsun?
İşte bir misal; nasıl güneş doğduğunda bütün lambalar hükümsüz kalıp, yıldızlar görünmüyorsa, Risale-i Nur eserleri okunduğunda da karanlıklı ve zulümatlı ateizm ile deizmin bütün iddialarının uydurma masal, masallarının yeri de tarihin çöplüğü olduğunu göreceksin. Çünkü zulümat nurun zıttıdır. Nur efşan olunca zulümat (karanlık, zulüm ve dinsizlik) yerle yeksan olur.
Bediüzzaman Said Nursî hazretleri nasıl meydan okuyor:
* Risalet-ün Nur’un eczaları Sözler namıyla iştihar etmişler. Sözler ise Arabça “Kelimat”tır. Ve o kelimat ile Kur’an’ın hakaikını o derece mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat olduğunu ispat etmiş ki, bu zamanın dinsiz feylesoflarını tam susturuyor. (Şualar, 699)
* Risale-i Nur elinize geçmiş (zındıklara hitap) ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat eden feylesofları imana getiriyor. (Emirdağ Lahikası-1, 220)
* Risale-i Nur; maddiyyunluk, tabiiyyunluk gibi dine muarız felsefenin muhal, bâtıl ve mümteni’ olduğunu; cerhedilmez bürhanlarla, aklî, mantıkî delillerle isbat ederek en dinsiz feylesofları dahi ilzam etmiştir. Küfr-ü mutlakı mağlubiyete düçar etmiş, dinsizliğin istilasını durdurmuştur. (Tarihçe-i Hayat, 155)
* Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellâllığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyeden ise; ellibin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünkü Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dâhil olduğu halde, bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kal’alarını zîr ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını, hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah’ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir mes’elesinden geri çeviremezler; inşâallah mağlub edemezler! (Mektubat, 72)
* Risale-i Nur, taklidî imanı tahkikî imana çevirip -imanı kuvvetlendirip- iki cihanın saadetini kazandırıp, hüsn-ü hatimeyi netice verir. En büyük dinsiz feylesofları da ilzam etmiştir. Risale-i Nur’un bir hususiyeti de şudur ki:
* Diğer mütekellimine muhalif olarak ehl-i dalaletin menfiliklerini zikretmeden, yalnız müsbeti ders vererek, yara yapmaksızın tedavi etmesidir. Bu itibarla bu zamanda Risale-i Nur, vehim ve vesveseleri mahvediyor, akla gelen sualleri, istifhamları; nefsi ilzam, kalbi ikna ederek cevaplandırıyor. Risale-i Nur hem aklı hem kalbi tenvir eder, nurlandırır; hem nefsi müsahhar eder. Bunun içindir ki; yalnız akılla giden ehl-i mekteb ve ehl-i felsefe ve kalb yoluyla giden ehl-i tasavvuf, Risale-i Nur’a sarılıyorlar. (Tarihçe-i Hayat)
Kat’iyyen tahakkuk etmiş ki:
Risale-i Nur hariçten hücum eden küfr-ü mutlaka karşı bu milleti ve âlem-i İslamiyet’i muhafaza edecek Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden bir derstir ki, dinsiz feylesoflardan hiçbirisi ona karşı mukabele çaresi bulamadılar. (Tarihçe-i Hayat)
Evet iman-ı taklidî, çabuk şübhelere mağlub olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var. O meratiblerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şübhelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şübheye karşı bazan mağlub olur.
Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki Esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. (Emirdağ Lahikası-1, 104)
Sonuç olarak şunu ifade edeyim:
Konunun daha iyi anlaşılması ve kemale ermesi ile bütünlük kazanması için mutlaka “Altı Erkân-ı İmaniye Bütündür, Tecezzi ve İnkısam Kabul Etmez” başlıklı yazımızı da okumanızı tavsiye ederim.
adarselim@gmail.com